EVRİM TEORİSİNİ YANLIŞLAYAN BİLİMSEL BULGULAR
1 – DOĞAL SELEKSİYON CANLILARDAKİ KOMPLEKS SİSTEMLERİ AÇIKLAYAMAMAKTADIR
Evrim teorisi, yaşadıkları ortama en iyi uyum sağlayan canlıların daha
çok yaşama ve çoğalma imkanı bulduklarını ve bu şekilde faydalı
özelliklerini sonraki nesillere aktarabildiklerini, türlerin bu
“mekanizma”yla evrimleştiğini iddia etmektedir.
Örneğin bir bölgede yaşayan tavşanlardan hızlı koşanlar hayatta kalır,
diğerleri ise ölürler. Birkaç nesil sonra bu bölgedeki tavşanlar daha
hızlı koşan bireylerden oluşur. Ancak, hiçbir zaman bu tavşanlar başka
bir canlı türüne (örneğin tazılara veya tilkilere) evrimleşmezler.
Doğal seleksiyonla evrimleşme teorisinin en büyük açmazı, doğal
seleksiyon vasıtasıyla canlıların yeni organlar ve özellikler
kazanmamalarıdır. Doğal seleksiyon yoluyla sadece bir popülasyon
içindeki sakat, zayıf ya da çevre şartlarına uymayan bireyler ayıklanır.
Doğal seleksiyon vasıtasıyla yeni canlı türleri, yeni genetik bilgi ya
da yeni organlar ortaya çıkamaz; yani, canlılar evrimleşemez. Harvard
Üniversitesi paleontoloğu Stephen J. Gould, doğal seleksiyonun bu
açmazını şöyle dile getirmektedir:
‘Darwinizm’in özü tek bir cümlede ifade edilebilir: “Doğal
seleksiyon evrimsel değişimin yaratıcı gücüdür.” Kimse seleksiyonun
uygun olmayanı elemesindeki negatif rolünü inkar etmez. Ancak Darwinist
teori, “uygun olanı yaratması”nı da istemektedir.’1
Darwin de bu gerçeği “
Faydalı değişiklikler oluşmadığı sürece doğal seleksiyon hiçbir şey yapamaz.” diyerek kabul etmiştir.2
Doğal seleksiyon konusunda kullanılan yanıltıcı üsluplardan biri, bu
mekanizmanın bilinçli bir tasarımcı gibi anlaşılmasıdır. Oysa
doğal seleksiyonun bir bilinci yoktur.
Canlılar için neyin iyi, neyin kötü olduğunu ayırt edecek bir akla
sahip değildir. Bu nedenle doğal seleksiyon, kompleks yapıya sahip
sistemlerin ve organların nasıl var olduklarını asla açıklayamaz.
2- MUTASYONLAR CANLILARA ANCAK ZARAR VERİRLER
Mutasyonlar, canlı hücresinin çekirdeğinde bulunan ve genetik bilgiyi
taşıyan DNA molekülünde, radyasyon veya kimyasal etkiler sonucunda
meydana gelen kopmalar ve yer değiştirmelerdir. Mutasyonlar DNA’yı
oluşturan nükleotidleri tahrip eder ya da yerlerini değiştirirler. Çoğu
zaman da hücrenin tamir edemeyeceği boyutlarda birtakım hasar ve
değişikliklere sebep olurlar.
Dolayısıyla mutasyon, hiç de sanıldığı gibi canlıları daha gelişmişe
ve mükemmele götürmez. Mutasyonların net etkisi zararlıdır.
Mutasyonların sebep olacağı değişiklikler ancak Hiroşima, Nagazaki veya
Çernobil’deki insanların uğradıkları türden değişiklikler olabilir: Yani
ölüler ve sakatlar…
Bunun nedeni çok basittir: DNA çok kompleks bir düzene sahiptir. Bu
molekül üzerinde oluşan herhangi rastgele bir etki ancak zarar verir.
Amerikalı biyolog B. G. Ranganathan bunu şöyle açıklar:
‘
İlk olarak, mutasyonlar doğada çok ender meydana gelirler.
İkinci olarak, bunlar genlerin yapısındaki düzenli değişiklikler değil,
rastgele değişikliklerdir; bu nedenle çoğunlukla zararlıdırlar. Son
derece düzenli bir sistem içindeki rastgele herhangi bir değişiklik,
daha iyiye yönelik değil, daha kötüye yönelik olacaktır. Örneğin eğer
bir deprem, bina gibi son derece düzenli bir yapıyı sarsacak olursa,
binanın iskeletinde rastgele bir değişiklik olacak ve bu binayı
kesinlikle geliştirmeyecektir.’3
Nitekim bugüne kadar
hiçbir yararlı mutasyon örneği gözlemlenmedi. Tüm
mutasyonların zararlı olduğu görüldü. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından
nükleer silahların sonucunda oluşan mutasyonları incelemek için kurulan
Atomik Radyasyonun Genetik Etkileri Komitesi’nin (Committee on Genetic
Effects of Atomic Radiation) hazırladığı rapor hakkında evrimci bilim
adamı Warren Weaver şöyle diyordu:
‘
Çoğu kimse, bilinen tüm mutasyon örneklerinin zararlı olduğu
sonucu karşısında şaşıracaktır, çünkü mutasyonlar evrim sürecinin
gerekli bir parçasıdır. Nasıl olur da iyi bir etki -yani bir canlının
daha gelişmiş canlı formlarına evrimleşmesi- pratikte hepsi zararlı olan
mutasyonların sonucu olabilir?’4
Yıllar boyu sürdürülen “faydalı mutasyon
oluşturma” çabalarının tamamı başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Evrimci
biyologlar, çok hızlı ürediği ve mutasyona uğratılması kolay olduğu
için,
meyve sinekleri üzerinde on yıllarca mutasyon
denemeleri yaptılar. Bu canlılar olabilecek her türlü mutasyona
milyonlarca kez uğratıldı. Ama tek bir faydalı mutasyon gözlemlenmedi.
Gordon Taylor, bu konuda şunları yazar:
‘
Bu çok çarpıcı ama bir o kadar da gözden kaçırılan bir
gerçektir: Altmış yıldır dünyanın dört bir yanındaki genetikçiler evrimi
kanıtlamak için laboratuvarlarda meyve sinekleri yetiştiriyorlar. Ama
hala bir türün, hatta tek bir enzimin bile ortaya çıkışını gözlemlemiş
değiller.’5
3- FOSİL KAYITLARINDA ARAGEÇİŞ FORMLARI YOKTUR
Eğer dünyamızda gerçekten bir evrim süreci yaşanmış, yani canlı türleri
tek bir ortak atadan kademeli olarak türemiş olsalardı, bunun
kanıtlarını en açık olarak fosil kayıtlarında görebilirdik. Ünlü Fransız
zoolog Pierre Grassé, bu konuda şunları söyler:
‘Doğa bilimciler unutmamalıdırlar ki, evrim süreci sadece
fosil kayıtları aracılığıyla açığa çıkar. Sadece paleontoloji (fosil
bilimi) evrim konusunda delil oluşturabilir ve evrimin gelişimini ve
mekanizmalarını gösterebilir.’6
Bunun nedenini anlamak için, evrim teorisinin temel iddiasını kısaca gözden geçirmek gerekecektir:
Evrim teorisine göre bütün canlılar birbirlerinden türemişlerdir;
önceden tesadüfen var olan bir canlı türü, zamanla bir diğerine dönüşmüş
ve bütün türler bu şekilde ortaya çıkmışlardır. Bu iddiaya göre,
bitkiler, havyanlar, mantarlar, bakteriler hep aynı kaynaktan
gelmişlerdir. Hayvanların 100′e yakın farklı filumu (yani yumuşakçalar,
eklembacaklılar, solucanlar, süngerler gibi temel kategorileri) hep tek
bir ortak atadan türemiştir. Teoriye göre bu gibi omurgasız canlılar
zamanla (ve tesadüfen) omurga kazanarak balıklara, balıklar
amfibiyenlere, onlar sürüngenlere, sürüngenlerin bir kısmı kuşlara, bir
kısmı ise memelilere dönüşmüştür. Teoriye göre bu dönüşüm yüz
milyonlarca senelik uzun bir zaman dilimini kapsamış ve kademe kademe
ilerlemiştir. Bu durumda, iddia edilen uzun dönüşüm süreci içinde
sayısız
“ara tür”ün oluşmuş ve yaşamış olması gerekir.
Sözgelimi, geçmişte balık özelliklerini hala taşımalarına rağmen, bir
yandan da bazı amfibiyen özellikleri kazanmış olan yarı balık-yarı
amfibiyen canlılar yaşamış olmalıdır. Ya da sürüngen özelliklerini
taşırken, bir yandan da bazı kuş özellikleri kazanmış sürüngen-kuşlar
ortaya çıkmış olmalıdır. Bunlar, bir geçiş sürecinde oldukları için,
sakat, eksik, kusurlu canlılar olmalıdır. Örneğin bir sürüngenin ön
ayakları her jenerasyonda bir parça daha kuş kanadına benzemelidir.
Yüzlerce jenerasyon boyunca bu türün ne tam ön ayakları ne de tam
kanatları olacak, yani bu canlı sakat ve kusurlu olarak yaşayacaktır.
Evrimcilerin geçmişte yaşamış olduklarına inandıkları bu teorik
canlılara
“ara geçiş formu” adı verilir.
Eğer gerçekten bu tür canlılar geçmişte yaşamışsa, bunların
sayılarının ve türlerinin milyonlarca hatta milyarlarca olması,
fosillerine de dünyanın dört bir yanında rastlanması gerekir. Bu gerçeği
Darwin de kabul etmiş ve neden birçok ara geçiş formu olması
gerektiğini şöyle açıklamıştı:
‘Tüm yaşayan türler, her cinste yer alan atasal türleriyle,
bugün yaşamakta olan türlerin evcil ve vahşi varyasyonları arasındaki
farktan daha büyük olmayan farklarla bağlantılı olmalıdırlar.’7
Darwin’in kastettiği şudur: Günümüzde yaşayan bir canlı türünün
varyasyonları (örneğin cins bir köpek ile bir sokak köpeği) arasında ne
kadar az fark varsa, “evrim süreci” içinde birbirini izlediği iddia
edilen “ata” ve “torun”lar arasında da o kadar az fark olmalıdır.
Dolayısıyla, Darwin’in de belirttiği gibi evrim, eğer gerçekten var
olsaydı, “çok küçük kademeli değişimlerle” ilerleyecekti. Mutasyona
uğrayan bir canlıdaki değişiklik çok küçük olacaktı. Ayakların
kanatlara, solungaçların akciğerlere, yüzgeçlerin ayaklara dönüşmesi
gibi büyük değişimlerin meydana gelebilmesi için milyonlarca küçük
değişimin yine milyonlarca yıl içinde birikmesi gerekecekti. Bu süreç
ise, milyonlarca ara form oluşmasına neden olacaktı. Darwin bu
açıklamasından sonra şu sonuca varmıştır:
‘Yaşayan veya soyu tükenmiş tüm türler arasındaki ara ve geçiş bağlantılarının sayısı inanılmaz derecede büyük olmalıdır.’8
Darwin kitabının başka bölümlerinde de aynı gerçeği dile getirmiştir:
‘
Eğer teorim doğruysa, türleri birbirine bağlayan sayısız ara
geçiş çeşitleri mutlaka yaşamış olmalıdır… Bunların yaşamış olduklarının
kanıtları da sadece fosil kalıntıları arasında bulunabilir.’9
Ancak bu satırları yazan Darwin, bu ara formların fosillerinin bir
türlü bulunamadığının da farkındaydı. Bunun teorisi için büyük bir açmaz
oluşturduğunu görüyordu. Bu yüzden,
Türlerin Kökeni kitabının “Teorinin Zorlukları” (Difficulties on Theory) adlı bölümünde şöyle yazmıştı:
‘
Eğer gerçekten türler öbür türlerden yavaş gelişmelerle
türemişse, neden sayısız ara geçiş formuna rastlamıyoruz? Neden bütün
doğa bir karmaşa halinde değil de, tam olarak tanımlanmış ve yerli
yerinde? Sayısız ara geçiş formu olmalı, fakat niçin yeryüzünün
sayılamayacak kadar çok katmanında gömülü olarak bulamıyoruz… Niçin her
jeolojik yapı ve her tabaka böyle bağlantılarla dolu değil? Jeoloji iyi
derecelendirilmiş bir süreç ortaya çıkarmamaktadır ve belki de bu benim
teorime karşı ileri sürülecek en büyük itiraz olacaktır.’10
Eğer evrim teorisi doğru olsaydı, fosil kayıtlarında, iki türe ait
farklı özellikler taşıyan, garip canlıların fosilleri bulunmalıydı.
Darwin’in bu büyük açmaz karşısında öne sürdüğü tek açıklama ise, o
dönemdeki fosil kayıtlarının yetersiz olduğuydu. Fosil kayıtları detaylı
olarak incelendiğinde, kayıp ara formların mutlaka bulunacağını iddia
etmişti.
Ancak 150 yıldır yapılan fosil araştırmaları Darwin’in ve onu izleyen
evrimcilerin boş yere umutlandıklarını göstermiş ve bir tek ara geçiş
formuna ait fosil bulunamamıştır. Günümüzde dünyanın her yerinde,
binlerce müzede ve koleksiyonda 100 milyonu aşkın fosil bulunmaktadır.
Bu fosillerin hepsi birbirlerinden kesin hatlarla ayrılan, özgün
yapılara sahip türlere aittir. Evrimcilerin ümitle aradıkları yarı
balık-yarı amfibiyen, yarı dinozor-yarı kuş, yarı maymun-yarı insan ve
benzeri canlıların fosillerine kesinlikle rastlanmamıştır.
John Hopkins Üniversitesi’nden profesör S. M. Stanley bir evrimci olmasına rağmen bu gerçeği şöyle itiraf eder:
‘Bilinen fosil kayıtları kademeli evrim ile uyumlu değildir ve
hiçbir zaman olmamıştır… Paleontologların çoğunluğu, delillerinin
Darwin’in bir türün değişimine götüren çok küçük, yavaş ve giderek
biriken değişiklikler üzerine yaptığı vurguyla çelişir durumda olduğunu
hissetmiştir… Onların hikayeleri de örtbas edilmiştir.’
11
Amerikan Doğa Tarihi Müzesi’nden paleontolog Niles Eldredge ve
antropolog Ian Tattersall ise fosil kayıtlarının evrim teorisine karşı
geldiğini şöyle açıklarlar:
Kayıtlardaki sıçramalar ve tüm deliller kayıtların gerçek
olduğunu gösteriyor: Gördüğümüz boşluklar – yapay bir fosil kaydının
yapısını değil, yaşamın tarihindeki gerçek olayları yansıtmaktadır.12
Bu evrimci bilim adamlarının da belirttikleri gibi yaşamın gerçek
tarihini fosil kayıtlarında görmek mümkündür ve bu tarihte ara geçiş
formları yoktur.
4- FOSİL KAYITLARINDAKİ DURAĞANLIK: “STASİS”
Doğa tarihini incelediğimizde karşımıza, “farklı anatomik yapılara
evrimleşen” değil, yüz milyonlarca yıl boyunca hiç değişmeden kalan
canlılar çıkmaktadır. Fosil kayıtlarındaki bu “değişmezlik”, bilim
adamları tarafından “stasis” (durağanlık) olarak tanımlanmıştır. Halen
yaşayan ve günümüzde varlığını korumayan ama dünya tarihinin birbirinden
farklı dönemlerinde fosil bırakmış olan canlılar, fosil kayıtlarındaki
durağanlığın somut delilleridirler.
Fosil kayıtlarındaki bu durağanlık, aşamalı bir evrim sürecinin yaşanmadığını gösterir. Stephen Jay Gould,
Natural History dergisindeki yazısında fosil kayıtlarının evrim teorisi ile olan tutarsızlığını şu şekilde ifade etmiştir:
‘
Çoğu fosil türünün tarihi, kademeli gelişim ile tutarsız olan
iki özellik gösterir: 1. Stasis. Çoğu tür dünya üstünde geçirdikleri
süre boyunca hiçbir yönlü değişim göstermemektedir. Fosil
kayıtlarından kayboldukları sırada nasıl görünüyorlarsa ortaya
çıktıklarında da aynı görünümdedirler; morfolojik değişim çoğunlukla
sınırlıdır ve yönlü değildir. 2. Birden ortaya çıkış. Herhangi bir
yerel bölgede, bir tür, atalarının sabit dönüşümü neticesinde kademeli
olarak ortaya çıkmamaktadır; birden ve ‘tam gelişmiş’ olarak ortaya
çıkmaktadır.’13
Eğer bir canlı, milyonlarca yıl önceki tüm
özellikleri ile günümüzde kusursuz şekilde varlığını sürdürüyorsa ve
hiçbir değişim geçirmediyse, bu durum Darwin’in öngürdüğü aşamalı evrim
modelini tamamen ortadan kaldıracak kadar güçlü bir kanıttır. Öyle
ki, yeryüzünde bunu kanıtlayacak tek bir örnek değil, milyonlarca
örnek bulunmaktadır. Canlılar, milyonlarca yıl hatta kimi zaman yüz
milyonlarca yıl önce var oldukları hallerinden hiçbir farklılık
göstermemektedirler. Bu durum, Niles Eldredge’in açıkça ifade ettiği
gibi, paleontologların, hala savunulmakta olan evrim fikrinden artık
“kaçınmalarına” sebep olmaktadır:
‘Paleontologların evrimden bu kadar uzun süre kaçınmış olmaları
hiç de şaşırtıcı değildir. Evrim asla gerçekleşmemiş gibi
görünmektedir. Kayalıklarda dikkatle ve sabırla yürütülen toplama
çalışmaları zigzaglar, küçük salınımlar, ve çok nadiren milyonlarca yıl
boyunca görülen değişimlerin küçük birikintilerini ortaya
çıkarmaktadır – ki bunlar evrimsel tarihte yaşanmış olan tüm o müthiş
değişimi açıklayamayacak kadar yavaş bir hızdadır.’14
5- EVRİM TEORİSİNE PALEONTOLOJİK BİR REDDİYE: KAMBRİYEN PATLAMASI
Darwinizm’e göre, canlılık tek bir kökten gelen, ancak sonra dallara
ayrılan bir ağaç gibi olmalıdır. Nitekim bu varsayım Darwinist
kaynaklarda ısrarla vurgulanır ve “hayat ağacı” (tree of life) kavramı
sık sık kullanılır. Bu hayat ağacına göre, canlılar arasındaki en temel
sınıflandırma birimi olan ve hayvanları vücut planlarına göre
sınıflandıran filumların da, kademe kademe ortaya çıkmış olması gerekir.
Darwinizm’e göre önce küçük ve daha basit formlarda türler oluşmalı
ve bunlar zaman içinde bir filumu oluşturmalı ve sonra diğer filumlar
küçük küçük değişimlerle ve uzun zaman dilimleri içinde yavaş yavaş
belirmelidir. Darwinizm’in bu varsayımına göre, hayvan filumlarının
sayısında da kademeli bir artış yaşanmış olmadır. Ancak fosil kayıtları
Darwinizm’in bu öngörülerinin doğru olmadığını göstermektedir. Evrimci
iddiaların tam aksine havyanlar, ilk ortaya çıktıkları dönemden itibaren
birbirlerinden çok farklı ve çok komplekstirler.
Bugün bilinen
tüm hayvan filumları ve hatta çok daha fazlası yeryüzünde aynı anda,
Kambriyen devri olarak bilinen jeolojik dönemde ortaya çıkmışlardır.
Canlılığın bilinen tüm hayvan filumları ile ortaya çıktığı Kambriyen
devri, 570-505 milyon yıl önce yaşanmış 65 milyon yıllık bir jeolojik
dönemdir. Ancak bilinen tüm filumların tamamına yakınının hep birlikte
ortaya çıktıkları zaman dilimi, Kambriyen devrin daha küçük bir
bölümüdür ve bunun en fazla 10 milyon yıl olduğu hesaplanmaktadır. Bu,
jeolojik anlamda çok kısa bir zaman dilimidir.
Bu kadar kısa bir zamanda canlılığın tüm çeşitliliği, tüm farklı vücut
planları ile birlikte aniden ortaya çıkması, Darwinizm’in beklentisinin
tam aksidir. Kambriyen devrinde ortaya çıkan filumların bir kısmının
sonradan soylarının tükenmesi ve bir daha da yeni filum belirmemesi ise
bu çelişkiyi daha güçlendirmektedir: Canlılık evrimcilerin iddia
ettikleri gibi, giderek genişleyip, çeşitlenmemekte, aksine çok çeşitli
başlayıp giderek daralmaktadır.
Darwinizm’in dünya çapındaki en önemli eleştirmenlerinden biri olan
Berkeley, California Üniversitesi profesörü Philip Johnson,
paleontolojinin ortaya koyduğu bu gerçeğin, Darwinizm’le olan açık
çelişkisini şöyle açıklamaktadır:
‘
Darwinist teori, canlılığın bir tür “giderek genişleyen bir
farklılık üçgeni” içinde geliştiğini öngörür. Buna göre canlılık, ilk
canlı organizmadan ya da ilk hayvan türünden başlayarak, giderek
farklılaşmış ve biyolojik sınıflandırmanın daha yüksek kategorilerini
oluşturmuş olmalıdır. Ama hayvan fosilleri bizlere bu üçgenin gerçekte
başaşağı durduğunu göstermektedir: Filumlar henüz ilk anda hep birlikte
vardır, sonra giderek sayıları azalır.’
15
Philip Johnson’ın belirttiği gibi, filumların kademeli olarak
oluşması bir yana, tüm filumlar bir anda var olmuşlar; hatta ilerleyen
dönemlerde bazılarının soyu tükenmiştir. Kambriyen öncesi (Prekambriyen)
dönemde sadece tek hücreli canlıların ve basit çok hücrelilerin
oluşturduğu üç farklı filum vardır. Kambriyen döneminde ise, 60-100
arasında farklı hayvan filumu bir anda ortaya çıkmıştır. İlerleyen
dönemde ise bu filumların bir kısmının soyları tükenmiş, günümüze kadar
sadece bazı filumlar ulaşmıştır.
Bilim yazarı Roger Lewin, Darwinizm’in, hayatın tarihi hakkındaki tüm
varsayımlarını çökerten bu olağanüstü durumdan şöyle söz eder:
‘Hayvanların tüm tarihindeki en önemli evrimsel olay” olarak
tanımlanan Kambriyen Patlaması, daha sonra da varlıklarını koruyacak
olan bütün temel vücut formlarını (filumları) ortaya koymuştur. Bunların
bir kısmının daha sonra soyları tükenmiştir. Bazı tahminler, şu anda
var olan 30 farklı hayvan filumu ile karşılaştırıldığında, Kambriyen
Patlamasının yaklaşık 100 kadar farklı filumu ortaya çıkardığı
yönündedir.’16
Paleontologlar James Valentine, Stanley Avramik, Philip Signor ve Peter
Sadler ise Kambriyen Patlaması için şu yorumda bulunurlar:
‘Fosil kayıtlarında açıkça en dikkate değer olay, Kambriyen’in
başlangıcında günümüzde yaşayan veya soyu tükenmiş olan birçok filumun
aniden ortaya çıkması ve çeşitlenmesidir. Bu daha önce tahmin edilenden
daha ani ve geniş kapsamlıdır.’17
Darwin,
Türlerin Kökeni‘ni yazarken, Kambriyen’de aniden
ortaya çıkan zengin canlı çeşitliliğinin farkındaydı. Henüz bugünkü
kadar açık bir biçimde ortaya çıkmış olmasa da, Kambriyen devrindeki
olağanüstü durum fark edilmişti ve Darwin bunu teorisi için büyük bir
“güçlük” olarak görüyordu.
Türlerin Kökeni‘nde şöyle yazmıştı:
‘Çok daha ciddi bir şekilde ortaya çıkan ilişkili bir problem
daha vardır ki, bu da hayvanlar aleminin temel sınıflarına ait türlerin
bilinen en aşağı tabakalardaki fosil kayalarında aniden ortaya
çıkmasıdır…’18
Darwin, Kambriyen’de aniden ortaya çıkan canlıları evrimsel açıdan
açıklamanın tek yolu olarak Kambriyen öncesi dönemi görüyordu. Eğer
Kambriyen öncesi devirde de çok sayıda, birbirinden farklı ve kompleks
canlı grubu varsa, o zaman bunların Kambriyen canlılarının ataları
olduğunu iddia edecekti. Darwin şöyle demişti: “
Eğer teori doğruysa,
en alt Kambriyen tabakası tortu bırakmadan önce, yeryüzünün canlılarla
dolup taştığı çok uzun bir süre geçmiş olması kaçınılmazdır.“
19 Darwin,
Kambriyen öncesinde hiçbir canlı kalıntısı bulunmaması ihtimaline karşı
ise, yeryüzündeki fosil kayıtlarının yetersiz olduğunu, yaşlı
tabakaların aşırı sıcak ve basınç nedeniyle fosilleri yok ettiğini öne
sürdü.
20
Darwin, yetersiz araştırmalara güvenerek,
Türlerin Kökeni’nde
bu tür bahaneleri sıralamıştı. Ancak günümüzde fosil kayıtları ve
jeolojik katmanlar yeteri kadar araştırılmış, Kambriyen’den daha eski
fosil yatakları dahi bulunmuştur. Yani günümüzde Kambriyen öncesi dönem
hakkındaki bilgiler, Darwin’in bilgilerine göre çok daha güvenilirdir.
Paleontologlar, Galler, Kanada, Greenland ve Çin’de çok iyi korunmuş
ve oldukça zengin fosil yataklarının bulunduğu Kambriyen kayalıkları
buldular. Yeni bulunan oldukça büyük miktarlardaki Kambriyen ve
Kambriyen öncesi fosilleri Darwin’in sorununu çözmekten çok ona daha
yenilerini kattı. Öyle ki, paleontologların çok büyük bir bölümü, en
önde gelen evrimciler dahi, büyük hayvan gruplarının Kambriyen’in ilk
dönemlerinde aniden ortaya çıktıklarına ve öncelerinin olmadığına ikna
oldular. Bu olay evrimci yayınlarda dahi
“Kambriyen Patlaması”veya
”biyolojinin Big Bang’i (büyük patlaması)” olarak anılmaya başlandı.
6- TEK BİR PROTEİNİN BİLE TESADÜFEN OLUŞMA İHTİMALİ SIFIRDIR
Hücrenin alt parçaları olan proteinlerin dahi herbiri son derece
kompleks yapılardır ve aralarında olağanüstü bir organizasyon, mükemmel
bir planlama bulunmaktadır. Herbir protein, insan vücudunda çok hayati
görevler üstlenmektedir; üretimi, işlevleri ve tasarımı ile insanda
hayranlık uyandıracak kadar çok detaya sahiptir. Böyle yapıların, cansız
ve şuursuz atomların tesadüfen biraraya gelip, kusursuz bir
organizasyon, iş bölümü ve son derece kompleks yapılar meydana
getirmesiyle ortaya çıktıklarını iddia etmek son derece mantıksızdır.
Proteinleri oluşturan amino asitler 20 farklı türdedirler ve yalnızca
belirli bir sıra ile dizilirlerse proteinleri oluşturabilirler. Bu
belirli dizilimin tesadüf sonucu ortaya çıkma ihtimali “sıfır” dır.
Örneğin 400 amino asitin belli bir sırayla dizilme ihtimali 10 üzeri
520′de bir ihtimaldir.
Proteinlerin tesadüfen meydana gelemeyeceği gerçeği en koyu
evrimciler tarafından bile kabul edilmektedir. Örneğin moleküler evrim
teorisinin babası sayılan Rus bilim adamı Alexander Oparin
“Proteinlerin
yapısını inceleyenler için bu maddelerin kendiliklerinden biraraya
gelmiş olmaları, Romalı şair Virgil’in ünlü Aeneid şiirinin etrafa
saçılmış harflerden rastgele meydana gelmiş olması kadar ihtimal dışı
gözükmektedir” demiştir. 21
Proteinlerin oluşabilmesi için tek gerekli şart amino asitlerin uygun
dizili değildir. Bunun yanında pek çok gereklilik daha vardır.
Bunlardan bazıları şöyledir:
- Proteinlerin en küçüklerinin oluşabilmesi için dahi yüzlerce amino
asit belli sayıda, uygun çeşitte ve özel bir sıralamada dizilmelidir,
- Tek bir amino asitin fazla, eksik ya da yerinin farklı olması o proteini işlevsiz hale getirir,
- Bir proteinde bulunan amino asitlerin yalnızca sol-elli olanlardan
oluşması gerekir, tek bir sağ-elli amino asitin araya karışması bile o
proteini işe yaramaz hale getirir,
- Amino asitlerin aralarında yalnızca peptid bağı denen özel bir
kimyasal bağla bağlanması gerekir, diğer kimyasal bağlar proteinin
yapısını bozar,
- Proteine işlevini kazandıran unsur onun üç boyutlu yapısıdır. Bu üç
boyutlu yapı çoğu zaman hücre içindeki ribozomda protein sentezi
yapılırken, özel enzimlerin yardımıyla gerçekleşir, bu yapı birçok
protein çeşidinde kendi kendine oluşamaz. Dolayısıyla ilk işe yarar
protein oluşurken, çok önceden başka enzimlerin de zaten doğada
bulunması gerekir, ki bu bile evrim teorisinin geçersizliğini tek başına
gösterir.
Yukarıda sayılan koşulların tek bir tanesinin bile kendi kendine
tesadüfler sonucu gerçekleşmesi olasılık hesaplarına göre de
imkansızdır. Örneğin bilimadamları 500 amino asitten oluşan bir
proteinin (binlerce amino asitten oluşan proteinler de mevcuttur)
tesadüfen oluşma ihtimalini hesaplamışlar ve şöyle bir sonuca
varmışlardır:
1. Amino asitlerin uygun dizilme ihtimali:
10 üzeri 650’de 1 ihtimal
2. Amino asitlerin sol-elli olma ihtimali:
10 üzeri 150’de 1 ihtimal
3. Amino asitlerin aralarında “peptid bağı” ile bağlanmaları ihtimali:
10 üzeri 150’de 1 ihtimal
Toplam ihtimal: 10 üzeri 950’de 1 ihtimal
İstatistik biliminde 10 üzeri 50’de 1’den küçük ihtimaller pratikte sıfır kabul edilir.
7- CANLILARDAKİ ‘İNDİRGENEMEZ KOMPLEKSLİK’ EVRİM TEORİSİ İÇİN BÜYÜK BİR AÇMAZDIR
Evrim teorisine göre canlılarda var olan bütün sistemler doğal
seleksiyon ve mutasyonlar sonucu oluşmuştur. Ancak tüm canlılarda
olağanüstü kompleks sistemler bulunmaktadır ve kompleksliği şuursuz iki
mekanizma ile açıklamak mümkün değildir.
Evrim teorisyenleri bu kompleks sistemlerin nasıl oluştuğuna dair izah getirebilmek için ‘
indirgenebilirlik’
kavramını ortaya atarlar. Yani kompleks yapıların basite
indirgenebileceğini, bu sistemlerin kademe kademe gelişmiş
olabileceklerini iddia ederler. Evrimcilere göre, her kademe, canlıya
biraz daha avantaj sağlayacak, böylece doğal seleksiyon vasıtasıyla
seçilecektir. Daha sonra tesadüfen küçük bir gelişme daha olacak, bu da
avantaj sağlayıp seçilecek ve bu süreç devam edecektir. Bu sayede,
Darwinizm’in iddiasına göre, önceden gözü olmayan bir canlı türü
kusursuz bir göze sahip olacak, önceden uçamayan bir başka tür de
kanatlanıp uçar hale gelecektir.
Bu iddianın doğru olmadığı yalnızca ‘
göz’ün yapısı
incelenince bile ortaya çıkmaktadır. Bir gözün görebilmesi için ise, bu
organı oluşturan yaklaşık 40 temel parçanın hepsinin de aynı anda birden
var olması ve uyum içinde çalışması gerekir. Mercek bunlardan sadece
biridir. Kornea, konjonktiva, iris, göz bebeği, retina, koroid, göz
kasları, göz yaşı bezleri gibi diğer tüm parçalar olsa ve çalışsa, ama
bir tek göz kapağı olmasa göz kısa sürede büyük bir tahribata uğrar ve
görme işlevini yitirir. Yine aynı şekilde tüm organeller var olsa ama
göz yaşı üretimi dursa göz, birkaç saat içinde kurur, yapışır ve kör
olur.
Gözün bu kompleks yapısı karşısında evrim teorisinin ‘
indirgenebilirlik’
iddiası tüm anlamını yitirmektedir. Çünkü gözün işe yarayabilmesi için
aynı anda tüm bölümleriyle birlikte var olması gerekir. Doğal seleksiyon
ve mutasyon mekanizmalarının, gözün onlarca farklı organelini, bu
organeller son aşamaya kadar hiçbir “avantaj” sağlamazken oluşturmaları
elbette imkansızdır. Prof. Ali
Demirsoy, bu gerçeği şu satırlarıyla kabul eder:
‘
Üçüncü bir itiraza yanıt vermek oldukça zordur. Kompleks bir
organın, yarar sağlasa da birden oluşması nasıl mümkün olmuştur? Örneğin
omurgalılardaki gözün merceği, retinası, optik siniri ve görmek için
etkili olan diğer kısımları birden nasıl oluşmaktadır? Çünkü doğal
seçme, görme sinirinden ayrı olarak retina üzerinde seçici olamaz.
Mercek oluşsa dahi retina olmadan anlam taşımaz. Görme için tüm
yapıların beraberce geliştirilmesi kaçınılmazdır. Ayrı ayrı geliştirilen
kısımlar kullanılmayacağı için hem anlamsız olacak, hem de belki
zamanla ortadan kalkacaktır. Aynı zamanda hepsini birden geliştirmek de
tahmin edilemeyecek kadar küçük olasılıkların biraraya gelmesini
gerektirmektedir.’22
Prof. Demirsoy’un “tahmin edilemeyecek kadar küçük olasılıklar”
sözüyle ifade ettiği gerçek, aslında “imkansızlık”tır.Gözün
rastlantıların bir ürünü olması, açıkça imkansızdır.Darwin de bu gerçek
karşısında büyük bir sıkıntı çekmiş ve hatta bu nedenle bir mektubunda,
‘Gözleri düşünmek çoğu zaman beni teorimden soğuttu.Ama kendimi zamanla bu probleme alıştırdım. Şimdilerde ise doğadaki bazı belirgin yapılar beni çok fazla rahatsız ediyor.’ itirafında bulunmuştur.23
8- DNA’DAKİ 900 CİLTLİK ANSİKLOPEDİ DOLUSU BİLGİ TESADÜFEN ORTAYA ÇIKAMAZ
Genetik bilimindeki ilerlemeler ve nükleik asitlerin, yani DNA ve
RNA’nın keşfi, evrim teorisi için yepyeni problemler doğurmuştur. 1953
yılında James Watson ve Francis Crick adlı iki bilim adamının
çalışmaları, DNA’nın hayranlık verecek derecedeki kompleks yapısını gün
ışığına çıkarmıştır.
Vücuttaki 100 trilyon hücrenin her birinin çekirdeğinde bulunan DNA
molekülü, insan vücudunun eksiksiz bir yapı planını içerir. DNA’daki
bilgi, bu molekülü oluşturan dört özel molekülün diziliş sırası ile
kodlanmıştır. Nükleotid (veya baz) adı verilen bu moleküller,
isimlerinin baş harfleri olan A, T, G, C ile ifade edilirler. İnsanlar
arasındaki tüm yapısal farklar, bu harflerin diziliş sıralamaları
arasındaki farktan doğar. Bu, dört harfli bir alfabeden oluşan bir tür
bilgi bankasıdır. DNA’daki harflerin diziliş sırası, insanın yapısını en
ince ayrıntılarına dek belirler. Boy, göz, saç ve cilt rengi gibi
özelliklerin yanı sıra, vücuttaki 206 kemiğin, 600 kasın, 100 milyar
sinir hücresinin, beyin hücreleri arasındaki 1000 trilyon bağlantının,
97.000 kilometre uzunluğundaki damarların ve 100 trilyon hücrenin planı
tek bir hücrenin DNA’sında mevcuttur. DNA’daki bu genetik bilgi kağıda
aktarılsa, yaklaşık 500′er sayfalık 900 ciltten oluşan dev bir kütüphane
oluşturmamız gerekir. Fakat, bu inanılmaz hacimdeki bilgi, milimetrenin
yüzde biri büyüklüğündeki hücrenin, ondan çok daha küçük olan
çekirdeğinde saklı bulunan DNA’nın genlerinde şifrelenmiştir.
Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta vardır. Bir geni oluşturan
nükleotidlerde meydana gelecek bir sıralama hatası, o geni tamamen işe
yaramaz hale getirecektir. İnsan vücudunda yaklaşık 30 bin gen bulunduğu
düşünülürse, bu genleri oluşturan milyonlarca nükleotidin doğru
sıralamada tesadüfen oluşabilmelerinin kesinlikle imkansız olduğu
görülür. Evrimci bir biyolog olan
Frank Salisbury bu imkansızlıkla ilgili olarak şunları söyler:
‘Orta büyüklükteki bir protein molekülü, yaklaşık 300 amino asit
içerir. Bunu kontrol eden DNA zincirinde ise, yaklaşık 1000 nükleotid
bulunacaktır.
Bir DNA zincirinde dört çeşit nükleotid bulunduğu hatırlanırsa,
1000 nükleotidlik bir dizi, 4 üzeri 1000 farklı şekilde olabilecektir.
Küçük bir logaritma hesabıyla bulunan bu rakam ise, aklın kavrama
sınırının çok ötesindedir.’24
41 üzeri 1000′de 1, “küçük bir logaritma hesabı” sonucunda, 10 üzeri
600′de 1 anlamına gelir. 10′un yanında 12 tane sıfır 1 trilyonu ifade
ederken, 600 tane sıfırlı bir rakamın kavranması gerçekten de mümkün
değildir.
Nükleotidlerin tesadüfen biraraya gelerek RNA ve DNA’yı
oluşturmalarının imkansızlığını, evrimci Fransız bilim adamı Paul Auger
de şöyle ifade etmektedir:
‘Rastgele kimyasal olaylar sayesinde nükleotidler gibi karmaşık
moleküllerin ortaya çıkışı konusunda bence iki aşamayı net bir biçimde
birbirinden ayırmamız gerekir; tek tek nükleotidlerin üretilmesi -ki bu
belki mümkün olabilir- ve bunların çok özel seriler halinde birbirine
bağlanmaları. İşte bu ikincisi, olanaksızdır.’25
Uzun yıllar moleküler evrim teorisini savunan Francis Crick bile
DNA’yı keşfettikten sonra, böylesine kompleks bir molekülün tesadüfen,
kendi kendine, bir evrim süreci sonucunda oluşamayacağını itiraf etmiş
ve şöyle demiştir:
‘Bugünkü mevcut bilgilerin ışığında dürüst bir adam ancak şunu
söyleyebilir: Bir anlamda hayat mucizevi bir şekilde ortaya çıkmıştır.’26
1- Stephen Jay Gould, “The Return of Hopeful Monsters”, Natural History, cilt 86, Temmuz-Ağustos 1977, s. 28
2- Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964, s. 177.
3- B. G. Ranganathan, Origins?, Pennsylvania: The Banner Of Truth Trust, 1988.
4- Warren Weaver, “Genetic Effects of Atomic Radiation”, Science, cilt 123, 29 Haziran 1956, s. 1159
5- Gordon R. Taylor, The Great Evolution Mystery, New York, Harper & Row, 1983, s. 48.
6- Pierre P. Grassé, Evolution of Living Organisms, Academic Press, New York, 1977, s. 82.
7- Charles Darwin, The Origin Of Species, chapter X, “On the Imperfection of the Geological Record”.
8- Charles Darwin, The Origin of Species, chapter X, s. 234.
9- Charles Darwin, The Origin of Species, s. 179.
10- Charles Darwin, The Origin of Species, s. 172, 280.
11- S. M. Stanley, The New Evolutionary Timetable: Fossils, Genes and
the Origin of Species, Basic Books, Inc. Publishers, New York, 1981, s.
71.
12- Niles Eldredge, Ian Tattersall, The Myths of Human Evolution, Columbia University Press, 1982, s. 5
13-
http://members.iinet.net.au/~sejones/fsslrc02.html
14-
http://members.iinet.net.au/~sejones/fsslrc02.html
15- Phillip E. Johnson, “Darwinism’s Rules of Reasoning”, Darwinism:
Science or Philosophy, Foundation for Thought and Ethics, 1994, s. 12.
16- Roger Lewin, Science, vol. 241, 15 Temmuz 1988, s. 291.
17- James Valentine, Stanley Avramik, Philip Signor ve Peter Sadler,
“The Biological Explosion at the Precambrian-Cambrian Boundary”,
Evolutionary Biology, vol. 25, 1991, s. 279, 281.
18- Charles Darwin, Origin of Species, London: John Murray, 1859.
19- Charles Darwin, The Origin of Species, chapter IV, s. 99.
20- Charles Darwin, The Origin of Species, chapter X, s. 255.
21- Alexander I. Oparin, Origin of Life, (1936) NewYork, Dover Publications, 1953 (Reprint), s. 132-133
22- Prof. Ali Demirsoy, Kalıtım ve Evrim, Meteksan Yayıncılık, Ankara, 1995, 7. Baskı, s.475.
23- Norman Macbeth, Darwin Retried: An Appeal to Reason, Boston: Gambit, 1971, s. 101.
24- Frank B. Salisbury, “Doubts about the Modern Synthetic Theory of Evolution”, American Biology Teacher, Eylül 1971, s. 336
25- Paul Auger, De La Physique Theorique a la Biologie, 1970, s. 118.
26- Francis Crick, Life Itself: It’s Origin and Nature, New York, Simon & Schuster, 1981, s. 88.