5 Haziran 2012 Salı

XNA, EVRİM TEORİSİNE DELİL DEĞİLDİR, ÇÜNKÜ …

XNA ismindeki sentetik DNA, evrime delil olarak çeşitli haber sitelerinde yutturulmaya çalışılmakta.

XNA, evrime neden delil olamaz? 

1] Evrimciler, DNA’nın kendi kendine tesadüfler ve mutasyonlar sonucu doğal seçilim yolu ile oluştuğunu söyler. XNA ise, tesadüfen oluşmamıştır. Laboratuarda eğitimli ve şuurlu bilim adamlarınca üretilmiştir. 
2] Bilim adamlarının XNA’yı üretmek için önce 6 farklı molekül üretmeleri gerekmiştir. Bu 6 farklı molekülün her birini doğru şekilde üretmek için ise, yüzlerce deneme yanılma yapmışlardır. Evrim teorisine göre, ilk deneme başarısızsa işlem devam etmez. Çünkü işlevliği olmayan birşey, kaydedilemediğinden veri silinir ve o işlem daha tamamlanmadan biter. Kontrollü bir laboratuar ortamında bile deneme yanılma olmaksızın oluşturulamayan bir molekül, doğa şartlarında kendi kendine asla meydana gelemez.
3] Üretilen XNA, DNA ile benzer işlevlere sahip olabilir. Ama bu durum evrime delil teşkil etmez.Bir Shakespeare eserini alıp yüzlerce hatta binlerce fotokopisini çektiğimizi ve bunları ciltlediğimizi varsayalım. Alıp okuduğumuzda içindeki bilgi, orjinal eserinki ile aynı olacaktır. Ama eseri yazan biz değil; Shakespeare’dir. Bugün bilim adamları, doğadaki teknolojilerin bir çoğunu taklit etmektedir.Ancak taklit etmek; evrimi değil yanlızca doğadaki tasarımların ne kadar mükemmel bir şekilde yaratıldığını kanıtlar. Çünkü, taklit etmek için taklit edeceğiniz ve model alacağınız tasarımın, en iyi tasarım olması gerekir. Kötü bir tasarımı taklit edemezsiniz. Zaten bozuktur çalışmaz. Ancak kusursuz olan, mükemmel tasarımlar taklit edilebilir.
Bir şahini taklit ederek savaş uçağı ürettiğinizde, “bakın laboratuarda şahin yaptım” diyemezsiniz. Şahin’inden esinlenerek, onu kendime model alarak “uçak yaptım” diyebilirsiniz. Bu durum da tamamen aynıdır. Üretilen şey, DNA gibi organik bir yapı değil; DNA’yı taklit eden sentetik bir yapıdır.

EVRİM TEORİSİ,19.YÜZYILIN BİLİM SEVİYESİNİ YANSITAN KÖHNE BİR TEORİDİR

EVRİM TEORİSİ,19.YÜZYILIN BİLİM SEVİYESİNİ YANSITAN KÖHNE BİR TEORİDİR

Geçmiş asırların ilkel teknolojisi ve kısıtlı bilimsel verileriyle ortaya atılmış pek çok varsayım, bugünün gelişen ve ilerleyen bilimi sayesinde artık tamamen çökmüştür. Darwin’in köhne teorisi de bunlardan biridir.
Darwin dönemi, her türlü teknik araç ve gereçten mahrum bulunulan, bugün kullandığımız en basit teknolojik aletlerin bile varolmadığı ve ilkel şartların hakim olduğu bir dönemdir. Darwin’in teorisini ortaya attığı yıllarda (1859) o zamanın bilim adamlarının çalışma ortamları basit birer atelye seviyesinde idi. Araştırmacılar; pergel, pusula, termometre benzeri basit araçlar kullanarak doğada olup biteni anlamaya çalışıyorlardı. Elektron mikroskobu henüz icat edilmemişti.
Hatta değil elektron mikroskobu, insanlık henüz buzdolabı (1938), telefon (1876), daktilo (1867) ve hatta tükenmez kalemle (1863) bile tanışmamıştı. Teknolojiden böylesine yoksun bir ortamda çalışan bilim adamları, hayatın hücre seviyesindeki kompleksliği hakkında hiçbir şey bilmiyorlardı. Darwinizm döneminde, bilimsel olanaklar o kadar geri, cahillik o kadar yaygındı ki;
1. Canlı hücre, içi su dolu bir torbadan ibaret, basit bir yapı zannediliyordu. 
2.
 Bilim adamları, hücrenin kompleks yapısından ve DNA’nın varlığından haberdar değillerdi.
3. Yaşamın devamını mümkün kılan ve her biri mükemmel birer tasarımın eseri olan moleküler mekanizmalar tanınmıyordu. 
4.
 Yaşamın, ciltler dolusu ansiklopediyi dolduracak miktarda bilgiye dayandığı bilinmiyordu.
5. Anormal doğan bebekler, annelerinin doğum sırasında kapıldığı korkuların sonucu zannediliyordu. 
6.
 Bir bölgede toprağın sabanla sürülmesinin, o bölgede iklimi değiştireceğine inanılıyordu.
7. Uzayı renksiz bir sıvı olan eterin kapladığı düşünülüyordu.
8. 
Birkaç nesil kolları kesilen insanların, çocuklarının bir süre sonra kolsuz doğacağına inanılıyordu.
Darwinizm’in ortaya çıktığı bu ilkel bilim ortamı, özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren hızlanan bilimsel bulgularla son buldu. Elektron mikroskobunun ve ışınlı tarama cihazlarının geliştirilmesiyle birlikte, bilim adamları yaşamı çok yakından inceleme imkanı buldular. Hücrenin kompleks yapısının, sahip olduğu hücre zarı, mitekondri gibi sistemlerin tesadüflerle oluşamayacağı anlaşıldı. Yaşamın yüklü miktarda genetik bilgiye ve indirgenemez komplekslikte moleküler mekanizmalara dayandığını ortaya konuldu. Bilim adamları, yaşamın temelinde DNA isimli molekülün bulunduğunu keşfettiler. Bu molekül, dünyanın en gelişmiş veri saklama sistemlerinden daha mükemmel özelliklere sahipti. Hem bedenin yapısına ait bilgiyi saklayabiliyor, hem de bu bilgiyi bir “bilgisayar” gibi işleyebiliyordu. İnsanın tek bir hücresindeki DNA molekülünün, 50 ciltlik ansiklopedi setinin saklayabileceği miktarda bilgiyi saklayabileceği hesaplandı. Modern bilimin deney ve gözlemleri karşısında Darwinizm’in büyük bir yanılgı olduğu ortaya çıktı.
Biyomatematik alanında yapılan hesaplamalar, yaşamın bu kompleks yapısının tesadüflerle bir araya gelme ihtimalinin “0″ olduğunu kanıtladı. Mikrobiyoloji, viroloji, genetik, moleküler biyoloji, biyokimya gibi yepyeni bilim dalları, doğada apaçık bir tasarım bulunduğunu ortaya koydu. Paleontoloji bilimi de, fosil kayıtlarında evrim teorisinin varsaydığı ara geçiş formlarından eser bulunmadığını ortaya koyarak Darwinizm’e ölümcül darbeyi vurdu. Türlerin yeryüzünde bulundukları milyonlarca yıl boyunca hiçbir evrimleşme yaşamadıkları ve kusursuz beden yapılarıyla aniden ortaya çıktıkları kanıtlandı.
Böylece modern bilim, Yüce Allah’ın tüm canlıları yoktan varettiğini doğrulamış oldu.

EVRİM PSİKOLOJİSİNİN BİLİM DIŞI SPEKÜLASYONLARI

EVRİM PSİKOLOJİSİNİN BİLİM DIŞI SPEKÜLASYONLARI

Darwin’in Türlerin Kökeni ve İnsanın Türeyişi adlı kitaplarının yayınlanmasının ardından pek çok evrimci, insanın sosyal davranışlarının, hislerinin, yargılarının, fikirlerinin, kısacası insan ruhuna ait özelliklerin evrim tarafından nasıl şekillendirilmiş olabileceği üzerine spekülasyonlar yapmaya başladı. Darwin de bu evrimciler arasındaydı. En yaygın yanılgıya göre, eğer bedenlerimizin görünümü ve işleyişi evrimle şekillendirildiyse, o zaman bu bedenle gösterdiğimiz davranışlar da evrimle şekillendirilmiş olmalıydı. Böylece, canlıların biyolojik yapılarının dahi evrimle nasıl meydana geldiğini açıklayamayan evrimciler, insan ruhuna ait özelliklerin sözde evrimine dair hikayeler uydurmaya başladılar.
Darwin daha Türlerin Kökeni’nde gelecekte psikolojinin temelinin evrime dayanacağını umuyordu:
Uzak gelecekte çok daha önemli araştırmalara açık alanlar görüyorum. Psikoloji yeni bir temel üzerine kurulacak; zihinsel güç ve kapasitenin, kademe kademe kazanılmasına dayanan bir temel. İnsanın kökeni ve tarihi aydınlanacak.
Ne var ki Darwin yanılıyordu. Kendisinden sonra psikoloji ve sosyoloji gibi insan karakterini, davranışlarını, tepkilerini inceleyen bilim dalları evrimci bakış açısıyla hiçbir şeyi aydınlatamadılar. Tam tersine, insan ruhunun varlığını evrim yalanlarıyla örtbas etmeye çalışanlar büyük bir çıkmaza girdiler. Pek çok insanı da yanlış yönlendirdiler.
Hayvan ve insan davranışlarının kökenini evrimci bir bakış açısından yorumlamak için ilk kapsamlı girişim Harvard Üniversitesi’nden böcek bilimci Edward O. Wilson’dan geldi. Wilson bu girişimi tüm başarısızlığına rağmen, “sosyobiyoloji” olarak adlandırdı.
Wilson, 1975 yılında yayınladığı Sociobiology: The New Synthesis (Sosyobiyoloji: Yeni Sentez) adlı kitabında, hayvan davranışlarının tamamının biyolojik bir temeli olduğunu iddia etti. Bu yanılgısını biyolojik evrime dayandıran Wilson, hayvanların ve insanların davranışlarını kontrol eden özel genler bulunduğunu sanıyordu. Wilson’ın asıl uzmanlık konusu böceklerdi ve kitabının ilk 26 bölümünde böceklerden söz ediyordu. Kitabın 27. bölümünde ise bu iddialarını insanlara uyarlamaya kalkışmıştı. 1978 yılında Human Nature (İnsan Doğası) adlı kitabında da, kin, saldırganlık, yabancı korkusu, uyumluluk, homoseksüellik, erkeklerle kadınlar arasındaki karakteristik farklılıklar gibi insan davranışlarından sorumlu genler olduğuna dair spekülasyonlara geniş yer verdi. Wilson’ın kitaplarında ve yazılarında ortaya koyduğu bu iddialar hiçbir zaman bir spekülasyon olmaktan ileriye gidemedi. Wilson ve takipçilerinin iddiaları bilimsel bulgular tarafından hiçbir zaman desteklenmedi. Tam tersine, bilimsel veri ve bulguların her biri Wilson ve onunla aynı fikirde olanların yanıldıklarını ortaya koydu.
Wilson’ın, bir diğer bilim dışı iddiası da, canlıların sadece gen taşımakla sorumlu araçlar oldukları ve en önemli görevlerinin bu genleri taşıyıp gelecek nesillere aktarmak olduğuydu. Wilson’ın hezeyanlarına göre, evrim genlerin evrimiydi, doğal seleksiyon genleri seçiyordu, dolayısıyla en önemli şey genlerdi. Wilson, Sociobiology: The New Synthesis (Sosyobiyoloji; Yeni Sentez) adlı kitabında, hiçbir bilimsel değer taşımayan bu iddiasını şöyle ifade ediyordu:
Darwinist anlamda, canlı kendisi için yaşamaz. Temel fonksiyonu başka canlılar üretmek dahi değildir; genleri üretir ve genlerin geçici taşıyıcısı olarak hizmet verir. Eşeysel üreme ile meydana gelen her canlı, o türü oluşturan genlerin özgün ve tesadüfi bir alt kümesidir. Doğal seleksiyon, bazı genlerin aynı kromozomdaki diğer genlere üstün gelerek, gelecek nesillerde temsilcilik kazandığı bir süreçtir. Bu araç, mümkün olan en az biyokimyasal karmaşayla genleri koruyacak ve yayacak olan makinenin bir parçasıdır. Samuel Buler’ın ünlü, “bir tavuk sadece bir yumurtanın başka bir yumurta üretme yoludur” deyişi modernize edilmiştir: organizma sadece DNA’nın daha fazla DNA üretmesinin bir yoludur.
Wilson’ın iddialarının hiçbir bilimsel dayanağı yoktu. İddiaları evrimci ön yargılarının bir sonucuydu sadece. Evrimciler arasında dahi Wilson’ın spekülasyonlarına itiraz edenler oldu. Bunlardan biri Stephen Jay Gould idi:
Ancak Wilson çok daha güçlü iddialarda bulunuyor. 27. Bölüm… insan davranışlarındaki -kindarlık, saldırganlık, yabancı düşmanlığı, uyumluluk, homoseksüellik ve Batı toplumunda kadın ve erkek arasındaki karakteristik özellikler gibi- tipik ve değişken nitelikler için genlerin bulunduğu hakkında geniş çaplı bir spekülasyondur.
Evrimsel psikolojinin izleyicileri, insan davranışlarını körükörüne inandıkları evrim dogmasına göre yorumlayarak kendilerince yeni bir bilimsel disiplin kurmaya çalışmaktadırlar. Bu çabaları, iddialarının bilimsellik kriterlerinden yoksun olması dolayısıyla bilim dünyasında yaygın olarak eleştirilmektedir.
Chicago Üniversitesi’nden Jerry Coyne, “Ahlaksızlık ve İnsan: Evrim Psikolojisinin Peri Masalları” isimli değerlendirmesinde, evrimsel psikologlar-ın bilim dışı yöntemlerini şöyle eleştirmektedir:
Freud’un görüşleri insanlar bunların bilim üzerine kurulu olmak yerine ideolojik bir yapı, insan yaşamı hakkında bilimsel olarak test edilemeyen bir efsane olduğunu anladığı zaman, güvenilirliklerini kaybetti. İnsan davranışı hakkında her mümkün gözlem, Freudçu modele ince ayarlamalar yoluyla uyduruldu. Şimdi aynı hile evrimsel psikologlar tarafından düzenleniyor. Onlar da kendi dogmalarıyla ilgileniyorlar, bilimin önerileriyle [bilimsel olan varsayımlarla] değil.
Sonuç:
Görüldüğü gibi evrimsel psikoloji bilimsel bir çalışma alanı değil, evrimi körükörüne benimsemiş Darwinist psikologların kendi dogmatik yaklaşımlarını sergiledikleri bir alandır. Psikolojinin konusu olan insan aklı, Darwinizm’in tesadüf iddiası ve doğal seleksiyonla devam ettiiği öne sürülen amaçsız bir süreçle açıklanamaz. İnsanı yüce Allah yaratmıştır ve insan aklının kaynağı kör tesadüfler değil, Allah’ın üflediği ruhtur.

EVRİM TEORİSİNİ YANLIŞLAYAN BİLİMSEL BULGULAR

EVRİM TEORİSİNİ YANLIŞLAYAN BİLİMSEL BULGULAR


1 – DOĞAL SELEKSİYON CANLILARDAKİ KOMPLEKS SİSTEMLERİ AÇIKLAYAMAMAKTADIR 
Evrim teorisi, yaşadıkları ortama en iyi uyum sağlayan canlıların daha çok yaşama ve çoğalma imkanı bulduklarını ve bu şekilde faydalı özelliklerini sonraki nesillere aktarabildiklerini, türlerin bu “mekanizma”yla evrimleştiğini iddia etmektedir.
Örneğin bir bölgede yaşayan tavşanlardan hızlı koşanlar hayatta kalır, diğerleri ise ölürler. Birkaç nesil sonra bu bölgedeki tavşanlar daha hızlı koşan bireylerden oluşur. Ancak, hiçbir zaman bu tavşanlar başka bir canlı türüne (örneğin tazılara veya tilkilere) evrimleşmezler.
Doğal seleksiyonla evrimleşme teorisinin en büyük açmazı, doğal seleksiyon vasıtasıyla canlıların yeni organlar ve özellikler kazanmamalarıdır. Doğal seleksiyon yoluyla sadece bir popülasyon içindeki sakat, zayıf ya da çevre şartlarına uymayan bireyler ayıklanır. Doğal seleksiyon vasıtasıyla yeni canlı türleri, yeni genetik bilgi ya da yeni organlar ortaya çıkamaz; yani, canlılar evrimleşemez.  Harvard Üniversitesi paleontoloğu Stephen J. Gould, doğal seleksiyonun bu açmazını şöyle dile getirmektedir:
‘Darwinizm’in özü tek bir cümlede ifade edilebilir: “Doğal seleksiyon evrimsel değişimin yaratıcı gücüdür.” Kimse seleksiyonun uygun olmayanı elemesindeki negatif rolünü inkar etmez. Ancak Darwinist teori, “uygun olanı yaratması”nı da istemektedir.’1
Darwin de bu gerçeği  “Faydalı değişiklikler oluşmadığı sürece doğal seleksiyon hiçbir şey yapamaz.” diyerek kabul etmiştir.2
Doğal seleksiyon konusunda kullanılan yanıltıcı üsluplardan biri, bu mekanizmanın bilinçli bir tasarımcı gibi anlaşılmasıdır. Oysa doğal seleksiyonun bir bilinci yoktur. Canlılar için neyin iyi, neyin kötü olduğunu ayırt edecek bir akla sahip değildir. Bu nedenle doğal seleksiyon, kompleks yapıya sahip sistemlerin ve organların nasıl var olduklarını asla açıklayamaz.

2- MUTASYONLAR CANLILARA ANCAK ZARAR VERİRLER 
Mutasyonlar, canlı hücresinin çekirdeğinde bulunan ve genetik bilgiyi taşıyan DNA molekülünde, radyasyon veya kimyasal etkiler sonucunda meydana gelen kopmalar ve yer değiştirmelerdir. Mutasyonlar DNA’yı oluşturan nükleotidleri tahrip eder ya da yerlerini değiştirirler. Çoğu zaman da hücrenin tamir edemeyeceği boyutlarda birtakım hasar ve değişikliklere sebep olurlar.
Dolayısıyla mutasyon, hiç de sanıldığı gibi canlıları daha gelişmişe ve mükemmele götürmez. Mutasyonların net etkisi zararlıdır. Mutasyonların sebep olacağı değişiklikler ancak Hiroşima, Nagazaki veya Çernobil’deki insanların uğradıkları türden değişiklikler olabilir: Yani ölüler ve sakatlar…
Bunun nedeni çok basittir: DNA çok kompleks bir düzene sahiptir. Bu molekül üzerinde oluşan herhangi rastgele bir etki ancak zarar verir. Amerikalı biyolog B. G. Ranganathan bunu şöyle açıklar:
İlk olarak, mutasyonlar doğada çok ender meydana gelirler. İkinci olarak, bunlar genlerin yapısındaki düzenli değişiklikler değil, rastgele değişikliklerdir; bu nedenle çoğunlukla zararlıdırlar. Son derece düzenli bir sistem içindeki rastgele herhangi bir değişiklik, daha iyiye yönelik değil, daha kötüye yönelik olacaktır. Örneğin eğer bir deprem, bina gibi son derece düzenli bir yapıyı sarsacak olursa, binanın iskeletinde rastgele bir değişiklik olacak ve bu binayı kesinlikle geliştirmeyecektir.’3
Nitekim bugüne kadar hiçbir yararlı mutasyon örneği gözlemlenmedi. Tüm mutasyonların zararlı olduğu görüldü. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından nükleer silahların sonucunda oluşan mutasyonları incelemek için kurulan Atomik Radyasyonun Genetik Etkileri Komitesi’nin (Committee on Genetic Effects of Atomic Radiation) hazırladığı rapor hakkında evrimci bilim adamı Warren Weaver şöyle diyordu:
Çoğu kimse, bilinen tüm mutasyon örneklerinin zararlı olduğu sonucu karşısında şaşıracaktır, çünkü mutasyonlar evrim sürecinin gerekli bir parçasıdır. Nasıl olur da iyi bir etki -yani bir canlının daha gelişmiş canlı formlarına evrimleşmesi- pratikte hepsi zararlı olan mutasyonların sonucu olabilir?’4
Yıllar boyu sürdürülen “faydalı mutasyon oluşturma” çabalarının tamamı başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Evrimci biyologlar, çok hızlı ürediği ve mutasyona uğratılması kolay olduğu için, meyve sinekleri üzerinde on yıllarca mutasyon denemeleri yaptılar. Bu canlılar olabilecek her türlü mutasyona milyonlarca kez uğratıldı. Ama tek bir faydalı mutasyon gözlemlenmedi. Gordon Taylor, bu konuda şunları yazar:
Bu çok çarpıcı ama bir o kadar da gözden kaçırılan bir gerçektir: Altmış yıldır dünyanın dört bir yanındaki genetikçiler evrimi kanıtlamak için laboratuvarlarda meyve sinekleri yetiştiriyorlar. Ama hala bir türün, hatta tek bir enzimin bile ortaya çıkışını gözlemlemiş değiller.’5

3- FOSİL KAYITLARINDA ARAGEÇİŞ FORMLARI YOKTUR 
Eğer dünyamızda gerçekten bir evrim süreci yaşanmış, yani canlı türleri tek bir ortak atadan kademeli olarak türemiş olsalardı, bunun kanıtlarını en açık olarak fosil kayıtlarında görebilirdik. Ünlü Fransız zoolog Pierre Grassé, bu konuda şunları söyler:

‘Doğa bilimciler unutmamalıdırlar ki, evrim süreci sadece fosil kayıtları aracılığıyla açığa çıkar. Sadece paleontoloji (fosil bilimi) evrim konusunda delil oluşturabilir ve evrimin gelişimini ve mekanizmalarını gösterebilir.’6
Bunun nedenini anlamak için, evrim teorisinin temel iddiasını kısaca gözden geçirmek gerekecektir:
Evrim teorisine göre bütün canlılar birbirlerinden türemişlerdir; önceden tesadüfen var olan bir canlı türü, zamanla bir diğerine dönüşmüş ve bütün türler bu şekilde ortaya çıkmışlardır. Bu iddiaya göre, bitkiler, havyanlar, mantarlar, bakteriler hep aynı kaynaktan gelmişlerdir. Hayvanların 100′e yakın farklı filumu (yani yumuşakçalar, eklembacaklılar, solucanlar, süngerler gibi temel kategorileri) hep tek bir ortak atadan türemiştir. Teoriye göre bu gibi omurgasız canlılar zamanla (ve tesadüfen) omurga kazanarak balıklara, balıklar amfibiyenlere, onlar sürüngenlere, sürüngenlerin bir kısmı kuşlara, bir kısmı ise memelilere dönüşmüştür. Teoriye göre bu dönüşüm yüz milyonlarca senelik uzun bir zaman dilimini kapsamış ve kademe kademe ilerlemiştir. Bu durumda, iddia edilen uzun dönüşüm süreci içinde sayısız “ara tür”ün oluşmuş ve yaşamış olması gerekir.
Sözgelimi, geçmişte balık özelliklerini hala taşımalarına rağmen, bir yandan da bazı amfibiyen özellikleri kazanmış olan yarı balık-yarı amfibiyen canlılar yaşamış olmalıdır. Ya da sürüngen özelliklerini taşırken, bir yandan da bazı kuş özellikleri kazanmış sürüngen-kuşlar ortaya çıkmış olmalıdır. Bunlar, bir geçiş sürecinde oldukları için, sakat, eksik, kusurlu canlılar olmalıdır. Örneğin bir sürüngenin ön ayakları her jenerasyonda bir parça daha kuş kanadına benzemelidir. Yüzlerce jenerasyon boyunca bu türün ne tam ön ayakları ne de tam kanatları olacak, yani bu canlı sakat ve kusurlu olarak yaşayacaktır. Evrimcilerin geçmişte yaşamış olduklarına inandıkları bu teorik canlılara “ara geçiş formu” adı verilir.
Eğer gerçekten bu tür canlılar geçmişte yaşamışsa, bunların sayılarının ve türlerinin milyonlarca hatta milyarlarca olması, fosillerine de dünyanın dört bir yanında rastlanması gerekir. Bu gerçeği Darwin de kabul etmiş ve neden birçok ara geçiş formu olması gerektiğini şöyle açıklamıştı:
 
‘Tüm yaşayan türler, her cinste yer alan atasal türleriyle, bugün yaşamakta olan türlerin evcil ve vahşi varyasyonları arasındaki farktan daha büyük olmayan farklarla bağlantılı olmalıdırlar.’7 
Darwin’in kastettiği şudur: Günümüzde yaşayan bir canlı türünün varyasyonları (örneğin cins bir köpek ile bir sokak köpeği) arasında ne kadar az fark varsa, “evrim süreci” içinde birbirini izlediği iddia edilen “ata” ve “torun”lar arasında da o kadar az fark olmalıdır.
Dolayısıyla, Darwin’in de belirttiği gibi evrim, eğer gerçekten var olsaydı, “çok küçük kademeli değişimlerle” ilerleyecekti. Mutasyona uğrayan bir canlıdaki değişiklik çok küçük olacaktı. Ayakların kanatlara, solungaçların akciğerlere, yüzgeçlerin ayaklara dönüşmesi gibi büyük değişimlerin meydana gelebilmesi için milyonlarca küçük değişimin yine milyonlarca yıl içinde birikmesi gerekecekti. Bu süreç ise, milyonlarca ara form oluşmasına neden olacaktı. Darwin bu açıklamasından sonra şu sonuca varmıştır:
‘Yaşayan veya soyu tükenmiş tüm türler arasındaki ara ve geçiş bağlantılarının sayısı inanılmaz derecede büyük olmalıdır.’8
Darwin kitabının başka bölümlerinde de aynı gerçeği dile getirmiştir:
Eğer teorim doğruysa, türleri birbirine bağlayan sayısız ara geçiş çeşitleri mutlaka yaşamış olmalıdır… Bunların yaşamış olduklarının kanıtları da sadece fosil kalıntıları arasında bulunabilir.’9
Ancak bu satırları yazan Darwin, bu ara formların fosillerinin bir türlü bulunamadığının da farkındaydı. Bunun teorisi için büyük bir açmaz oluşturduğunu görüyordu. Bu yüzden, Türlerin Kökeni kitabının “Teorinin Zorlukları” (Difficulties on Theory) adlı bölümünde şöyle yazmıştı:
Eğer gerçekten türler öbür türlerden yavaş gelişmelerle türemişse, neden sayısız ara geçiş formuna rastlamıyoruz? Neden bütün doğa bir karmaşa halinde değil de, tam olarak tanımlanmış ve yerli yerinde? Sayısız ara geçiş formu olmalı, fakat niçin yeryüzünün sayılamayacak kadar çok katmanında gömülü olarak bulamıyoruz… Niçin her jeolojik yapı ve her tabaka böyle bağlantılarla dolu değil? Jeoloji iyi derecelendirilmiş bir süreç ortaya çıkarmamaktadır ve belki de bu benim teorime karşı ileri sürülecek en büyük itiraz olacaktır.’10
Eğer evrim teorisi doğru olsaydı, fosil kayıtlarında, iki türe ait farklı özellikler taşıyan, garip canlıların fosilleri bulunmalıydı. Darwin’in bu büyük açmaz karşısında öne sürdüğü tek açıklama ise, o dönemdeki fosil kayıtlarının yetersiz olduğuydu. Fosil kayıtları detaylı olarak incelendiğinde, kayıp ara formların mutlaka bulunacağını iddia etmişti.
Ancak 150 yıldır yapılan fosil araştırmaları Darwin’in ve onu izleyen evrimcilerin boş yere umutlandıklarını göstermiş ve bir tek ara geçiş formuna ait fosil bulunamamıştır. Günümüzde dünyanın her yerinde, binlerce müzede ve koleksiyonda 100 milyonu aşkın fosil bulunmaktadır. Bu fosillerin hepsi birbirlerinden kesin hatlarla ayrılan, özgün yapılara sahip türlere aittir. Evrimcilerin ümitle aradıkları yarı balık-yarı amfibiyen, yarı dinozor-yarı kuş, yarı maymun-yarı insan ve benzeri canlıların fosillerine kesinlikle rastlanmamıştır.
John Hopkins Üniversitesi’nden profesör S. M. Stanley bir evrimci olmasına rağmen bu gerçeği şöyle itiraf eder:
 ‘Bilinen fosil kayıtları kademeli evrim ile uyumlu değildir ve hiçbir zaman olmamıştır… Paleontologların çoğunluğu, delillerinin Darwin’in bir türün değişimine götüren çok küçük, yavaş ve giderek biriken değişiklikler üzerine yaptığı vurguyla çelişir durumda olduğunu hissetmiştir… Onların hikayeleri de örtbas edilmiştir.11
Amerikan Doğa Tarihi Müzesi’nden paleontolog Niles Eldredge ve antropolog Ian Tattersall ise fosil kayıtlarının evrim teorisine karşı geldiğini şöyle açıklarlar:
 Kayıtlardaki sıçramalar ve tüm deliller kayıtların gerçek olduğunu gösteriyor: Gördüğümüz boşluklar – yapay bir fosil kaydının yapısını değil, yaşamın tarihindeki gerçek olayları yansıtmaktadır.12
Bu evrimci bilim adamlarının da belirttikleri gibi yaşamın gerçek tarihini fosil kayıtlarında görmek mümkündür ve bu tarihte ara geçiş formları yoktur.

4- FOSİL KAYITLARINDAKİ DURAĞANLIK:  “STASİS” 
Doğa  tarihini incelediğimizde karşımıza, “farklı anatomik  yapılara evrimleşen” değil, yüz milyonlarca yıl  boyunca hiç değişmeden kalan canlılar çıkmaktadır. Fosil kayıtlarındaki bu “değişmezlik”, bilim  adamları tarafından “stasis” (durağanlık) olarak tanımlanmıştır. Halen yaşayan ve günümüzde varlığını korumayan ama dünya tarihinin birbirinden farklı dönemlerinde fosil bırakmış olan canlılar, fosil kayıtlarındaki durağanlığın  somut delilleridirler.
Fosil kayıtlarındaki bu durağanlık,  aşamalı bir evrim sürecinin yaşanmadığını gösterir. Stephen Jay  Gould,Natural History dergisindeki yazısında fosil kayıtlarının  evrim teorisi ile olan tutarsızlığını şu şekilde ifade etmiştir:
Çoğu fosil türünün tarihi, kademeli  gelişim ile tutarsız olan iki özellik gösterir: 1.  Stasis. Çoğu tür dünya üstünde geçirdikleri süre boyunca  hiçbir yönlü değişim göstermemektedir. Fosil kayıtlarından  kayboldukları sırada nasıl görünüyorlarsa ortaya çıktıklarında  da aynı görünümdedirler; morfolojik değişim çoğunlukla  sınırlıdır ve yönlü değildir. 2. Birden ortaya çıkış.  Herhangi bir yerel bölgede, bir tür, atalarının sabit dönüşümü neticesinde kademeli olarak ortaya çıkmamaktadır;  birden ve ‘tam gelişmiş’ olarak ortaya çıkmaktadır.’13
 
Eğer bir canlı, milyonlarca yıl önceki  tüm özellikleri ile günümüzde kusursuz şekilde varlığını sürdürüyorsa ve hiçbir değişim geçirmediyse, bu durum  Darwin’in öngürdüğü aşamalı evrim modelini tamamen  ortadan kaldıracak kadar güçlü bir kanıttır. Öyle ki,  yeryüzünde bunu kanıtlayacak tek bir örnek değil, milyonlarca  örnek bulunmaktadır. Canlılar, milyonlarca yıl hatta  kimi zaman yüz milyonlarca yıl önce var oldukları hallerinden  hiçbir farklılık göstermemektedirler. Bu durum, Niles  Eldredge’in açıkça ifade ettiği gibi, paleontologların,  hala savunulmakta olan evrim fikrinden artık “kaçınmalarına” sebep olmaktadır:
‘Paleontologların evrimden bu kadar uzun  süre kaçınmış olmaları hiç de şaşırtıcı değildir. Evrim  asla gerçekleşmemiş gibi görünmektedir. Kayalıklarda  dikkatle ve sabırla yürütülen toplama çalışmaları zigzaglar,  küçük salınımlar, ve çok nadiren milyonlarca yıl boyunca  görülen değişimlerin küçük birikintilerini ortaya çıkarmaktadır  – ki bunlar evrimsel tarihte yaşanmış olan tüm o müthiş  değişimi açıklayamayacak kadar yavaş bir hızdadır.’14

5- EVRİM TEORİSİNE PALEONTOLOJİK BİR REDDİYE: KAMBRİYEN PATLAMASI 
Darwinizm’e göre, canlılık tek bir kökten gelen, ancak sonra dallara ayrılan bir ağaç gibi olmalıdır. Nitekim bu varsayım Darwinist kaynaklarda ısrarla vurgulanır ve “hayat ağacı” (tree of life) kavramı sık sık kullanılır. Bu hayat ağacına göre, canlılar arasındaki en temel sınıflandırma birimi olan ve hayvanları vücut planlarına göre sınıflandıran filumların da, kademe kademe ortaya çıkmış olması gerekir.
Darwinizm’e göre önce küçük ve daha basit formlarda türler oluşmalı ve bunlar zaman içinde bir filumu oluşturmalı ve sonra diğer filumlar küçük küçük değişimlerle ve uzun zaman dilimleri içinde yavaş yavaş belirmelidir. Darwinizm’in bu varsayımına göre, hayvan filumlarının sayısında da kademeli bir artış yaşanmış olmadır. Ancak fosil kayıtları Darwinizm’in bu öngörülerinin doğru olmadığını göstermektedir. Evrimci iddiaların tam aksine havyanlar, ilk ortaya çıktıkları dönemden itibaren birbirlerinden çok farklı ve çok komplekstirler.Bugün bilinen tüm hayvan filumları ve hatta çok daha fazlası yeryüzünde aynı anda, Kambriyen devri olarak bilinen jeolojik dönemde ortaya çıkmışlardır.
Canlılığın bilinen tüm hayvan filumları ile ortaya çıktığı Kambriyen devri, 570-505 milyon yıl önce yaşanmış 65 milyon yıllık bir jeolojik dönemdir. Ancak bilinen tüm filumların tamamına yakınının hep birlikte ortaya çıktıkları zaman dilimi, Kambriyen devrin daha küçük bir bölümüdür ve bunun en fazla 10 milyon yıl olduğu hesaplanmaktadır. Bu, jeolojik anlamda çok kısa bir zaman dilimidir.
Bu kadar kısa bir zamanda canlılığın tüm çeşitliliği, tüm farklı vücut planları ile birlikte aniden ortaya çıkması, Darwinizm’in beklentisinin tam aksidir. Kambriyen devrinde ortaya çıkan filumların bir kısmının sonradan soylarının tükenmesi ve bir daha da yeni filum belirmemesi ise bu çelişkiyi daha güçlendirmektedir: Canlılık evrimcilerin iddia ettikleri gibi, giderek genişleyip, çeşitlenmemekte, aksine çok çeşitli başlayıp giderek daralmaktadır.
Darwinizm’in dünya çapındaki en önemli eleştirmenlerinden biri olan Berkeley, California Üniversitesi profesörü Philip Johnson, paleontolojinin ortaya koyduğu bu gerçeğin, Darwinizm’le olan açık çelişkisini şöyle açıklamaktadır:
Darwinist teori, canlılığın bir tür “giderek genişleyen bir farklılık üçgeni” içinde geliştiğini öngörür. Buna göre canlılık, ilk canlı organizmadan ya da ilk hayvan türünden başlayarak, giderek farklılaşmış ve biyolojik sınıflandırmanın daha yüksek kategorilerini oluşturmuş olmalıdır. Ama hayvan fosilleri bizlere bu üçgenin gerçekte başaşağı durduğunu göstermektedir: Filumlar henüz ilk anda hep birlikte vardır, sonra giderek sayıları azalır.’15
Philip Johnson’ın belirttiği gibi, filumların kademeli olarak oluşması bir yana, tüm filumlar bir anda var olmuşlar; hatta ilerleyen dönemlerde bazılarının soyu tükenmiştir. Kambriyen öncesi (Prekambriyen) dönemde sadece tek hücreli canlıların ve basit çok hücrelilerin oluşturduğu üç farklı filum vardır. Kambriyen döneminde ise, 60-100 arasında farklı hayvan filumu bir anda ortaya çıkmıştır. İlerleyen dönemde ise bu filumların bir kısmının soyları tükenmiş, günümüze kadar sadece bazı filumlar ulaşmıştır.
Bilim yazarı Roger Lewin, Darwinizm’in, hayatın tarihi hakkındaki tüm varsayımlarını çökerten bu olağanüstü durumdan şöyle söz eder:
‘Hayvanların tüm tarihindeki en önemli evrimsel olay” olarak tanımlanan Kambriyen Patlaması, daha sonra da varlıklarını koruyacak olan bütün temel vücut formlarını (filumları) ortaya koymuştur. Bunların bir kısmının daha sonra soyları tükenmiştir. Bazı tahminler, şu anda var olan 30 farklı hayvan filumu ile karşılaştırıldığında, Kambriyen Patlamasının yaklaşık 100 kadar farklı filumu ortaya çıkardığı yönündedir.’16
Paleontologlar James Valentine, Stanley Avramik, Philip Signor ve Peter Sadler ise Kambriyen Patlaması için şu yorumda bulunurlar:
‘Fosil kayıtlarında açıkça en dikkate değer olay, Kambriyen’in başlangıcında günümüzde yaşayan veya soyu tükenmiş olan birçok filumun aniden ortaya çıkması ve çeşitlenmesidir. Bu daha önce tahmin edilenden daha ani ve geniş kapsamlıdır.’17
Darwin, Türlerin Kökeni‘ni yazarken, Kambriyen’de aniden ortaya çıkan zengin canlı çeşitliliğinin farkındaydı. Henüz bugünkü kadar açık bir biçimde ortaya çıkmış olmasa da, Kambriyen devrindeki olağanüstü durum fark edilmişti ve Darwin bunu teorisi için büyük bir “güçlük” olarak görüyordu. Türlerin Kökeni‘nde şöyle yazmıştı:
‘Çok daha ciddi bir şekilde ortaya çıkan ilişkili bir problem daha vardır ki, bu da hayvanlar aleminin temel sınıflarına ait türlerin bilinen en aşağı tabakalardaki fosil kayalarında aniden ortaya çıkmasıdır…’18
Darwin, Kambriyen’de aniden ortaya çıkan canlıları evrimsel açıdan açıklamanın tek yolu olarak Kambriyen öncesi dönemi görüyordu. Eğer Kambriyen öncesi devirde de çok sayıda, birbirinden farklı ve kompleks canlı grubu varsa, o zaman bunların Kambriyen canlılarının ataları olduğunu iddia edecekti. Darwin şöyle demişti: “Eğer teori doğruysa, en alt Kambriyen tabakası tortu bırakmadan önce, yeryüzünün canlılarla dolup taştığı çok uzun bir süre geçmiş olması kaçınılmazdır.19 Darwin, Kambriyen öncesinde hiçbir canlı kalıntısı bulunmaması ihtimaline karşı ise, yeryüzündeki fosil kayıtlarının yetersiz olduğunu, yaşlı tabakaların aşırı sıcak ve basınç nedeniyle fosilleri yok ettiğini öne sürdü.20
Darwin, yetersiz araştırmalara güvenerek, Türlerin Kökeni’nde bu tür bahaneleri sıralamıştı. Ancak günümüzde fosil kayıtları ve jeolojik katmanlar yeteri kadar araştırılmış, Kambriyen’den daha eski fosil yatakları dahi bulunmuştur. Yani günümüzde Kambriyen öncesi dönem hakkındaki bilgiler, Darwin’in bilgilerine göre çok daha güvenilirdir.
Paleontologlar, Galler, Kanada, Greenland ve Çin’de çok iyi korunmuş ve oldukça zengin fosil yataklarının bulunduğu Kambriyen kayalıkları buldular. Yeni bulunan oldukça büyük miktarlardaki Kambriyen ve Kambriyen öncesi fosilleri Darwin’in sorununu çözmekten çok ona daha yenilerini kattı. Öyle ki, paleontologların çok büyük bir bölümü, en önde gelen evrimciler dahi, büyük hayvan gruplarının Kambriyen’in ilk dönemlerinde aniden ortaya çıktıklarına ve öncelerinin olmadığına ikna oldular. Bu olay evrimci yayınlarda dahi “Kambriyen Patlaması”veya ”biyolojinin Big Bang’i (büyük patlaması)” olarak anılmaya başlandı.

6- TEK BİR PROTEİNİN BİLE TESADÜFEN OLUŞMA İHTİMALİ SIFIRDIR 
Hücrenin alt parçaları olan proteinlerin dahi herbiri son derece kompleks yapılardır ve aralarında olağanüstü bir organizasyon, mükemmel bir planlama bulunmaktadır. Herbir protein, insan vücudunda çok hayati görevler üstlenmektedir; üretimi, işlevleri ve tasarımı ile insanda hayranlık uyandıracak kadar çok detaya sahiptir. Böyle yapıların, cansız ve şuursuz atomların tesadüfen biraraya gelip, kusursuz bir organizasyon, iş bölümü ve son derece kompleks yapılar meydana getirmesiyle ortaya çıktıklarını iddia etmek son derece mantıksızdır.
Proteinleri oluşturan amino asitler 20 farklı türdedirler ve yalnızca belirli bir sıra ile dizilirlerse proteinleri oluşturabilirler. Bu belirli dizilimin tesadüf sonucu ortaya çıkma ihtimali “sıfır” dır. Örneğin 400 amino asitin belli bir sırayla dizilme ihtimali 10 üzeri 520′de bir ihtimaldir.
Proteinlerin tesadüfen meydana gelemeyeceği gerçeği en koyu evrimciler tarafından bile kabul edilmektedir. Örneğin moleküler evrim teorisinin babası sayılan Rus bilim adamı Alexander Oparin “Proteinlerin yapısını inceleyenler için bu maddelerin kendiliklerinden biraraya gelmiş olmaları, Romalı şair Virgil’in ünlü Aeneid şiirinin etrafa saçılmış harflerden rastgele meydana gelmiş olması kadar ihtimal dışı gözükmektedir” demiştir. 21
Proteinlerin oluşabilmesi için tek gerekli şart amino asitlerin uygun dizili değildir. Bunun yanında pek çok gereklilik daha vardır. Bunlardan bazıları şöyledir:
- Proteinlerin en küçüklerinin oluşabilmesi için dahi yüzlerce amino asit belli sayıda, uygun çeşitte ve özel bir sıralamada dizilmelidir,
- Tek bir amino asitin fazla, eksik ya da yerinin farklı olması o proteini işlevsiz hale getirir,
- Bir proteinde bulunan amino asitlerin yalnızca sol-elli olanlardan oluşması gerekir, tek bir sağ-elli amino asitin araya karışması bile o proteini işe yaramaz hale getirir,
- Amino asitlerin aralarında yalnızca peptid bağı denen özel bir kimyasal bağla bağlanması gerekir, diğer kimyasal bağlar proteinin yapısını bozar,
- Proteine işlevini kazandıran unsur onun üç boyutlu yapısıdır. Bu üç boyutlu yapı çoğu zaman hücre içindeki ribozomda protein sentezi yapılırken, özel enzimlerin yardımıyla gerçekleşir, bu yapı birçok protein çeşidinde kendi kendine oluşamaz. Dolayısıyla ilk işe yarar protein oluşurken, çok önceden başka enzimlerin de zaten doğada bulunması gerekir, ki bu bile evrim teorisinin geçersizliğini tek başına gösterir.
Yukarıda sayılan koşulların tek bir tanesinin bile kendi kendine tesadüfler sonucu gerçekleşmesi olasılık hesaplarına göre de imkansızdır. Örneğin bilimadamları 500 amino asitten oluşan bir proteinin (binlerce amino asitten oluşan proteinler de mevcuttur) tesadüfen oluşma ihtimalini hesaplamışlar ve şöyle bir sonuca varmışlardır:

1. Amino asitlerin uygun dizilme ihtimali: 10 üzeri 650’de 1 ihtimal
2. Amino asitlerin sol-elli olma ihtimali: 10 üzeri 150’de 1 ihtimal
3. Amino asitlerin aralarında “peptid bağı” ile bağlanmaları ihtimali: 10 üzeri 150’de 1 ihtimal
            Toplam ihtimal: 10 üzeri 950’de 1 ihtimal
         
İstatistik biliminde 10 üzeri 50’de 1’den küçük ihtimaller pratikte sıfır kabul edilir.

7- CANLILARDAKİ ‘İNDİRGENEMEZ KOMPLEKSLİK’ EVRİM TEORİSİ İÇİN BÜYÜK BİR AÇMAZDIR 
Evrim teorisine göre canlılarda var olan bütün sistemler doğal seleksiyon ve mutasyonlar sonucu oluşmuştur. Ancak tüm canlılarda olağanüstü kompleks sistemler bulunmaktadır ve kompleksliği şuursuz iki mekanizma ile açıklamak mümkün değildir.
Evrim teorisyenleri bu kompleks sistemlerin nasıl oluştuğuna dair izah getirebilmek için ‘indirgenebilirlik’ kavramını ortaya atarlar. Yani kompleks yapıların basite indirgenebileceğini, bu sistemlerin kademe kademe gelişmiş olabileceklerini iddia ederler. Evrimcilere göre, her kademe, canlıya biraz daha avantaj sağlayacak, böylece doğal seleksiyon vasıtasıyla seçilecektir. Daha sonra tesadüfen küçük bir gelişme daha olacak, bu da avantaj sağlayıp seçilecek ve bu süreç devam edecektir. Bu sayede, Darwinizm’in iddiasına göre, önceden gözü olmayan bir canlı türü kusursuz bir göze sahip olacak, önceden uçamayan bir başka tür de kanatlanıp uçar hale gelecektir.
Bu iddianın doğru olmadığı yalnızca ‘göz’ün yapısı incelenince bile ortaya çıkmaktadır. Bir gözün görebilmesi için ise, bu organı oluşturan yaklaşık 40 temel parçanın hepsinin de aynı anda birden var olması ve uyum içinde çalışması gerekir. Mercek bunlardan sadece biridir. Kornea, konjonktiva, iris, göz bebeği, retina, koroid, göz kasları, göz yaşı bezleri gibi diğer tüm parçalar olsa ve çalışsa, ama bir tek göz kapağı olmasa göz kısa sürede büyük bir tahribata uğrar ve görme işlevini yitirir. Yine aynı şekilde tüm organeller var olsa ama göz yaşı üretimi dursa göz, birkaç saat içinde kurur, yapışır ve kör olur.
Gözün bu kompleks yapısı karşısında evrim teorisinin ‘indirgenebilirlik’ iddiası tüm anlamını yitirmektedir. Çünkü gözün işe yarayabilmesi için aynı anda tüm bölümleriyle birlikte var olması gerekir. Doğal seleksiyon ve mutasyon mekanizmalarının, gözün onlarca farklı organelini, bu organeller son aşamaya kadar hiçbir “avantaj” sağlamazken oluşturmaları elbette imkansızdır. Prof. Ali
Demirsoy, bu gerçeği şu satırlarıyla kabul eder:
Üçüncü bir itiraza yanıt vermek oldukça zordur. Kompleks bir organın, yarar sağlasa da birden oluşması nasıl mümkün olmuştur? Örneğin omurgalılardaki gözün merceği, retinası, optik siniri ve görmek için etkili olan diğer kısımları birden nasıl oluşmaktadır? Çünkü doğal seçme, görme sinirinden ayrı olarak retina üzerinde seçici olamaz. Mercek oluşsa dahi retina olmadan anlam taşımaz. Görme için tüm yapıların beraberce geliştirilmesi kaçınılmazdır. Ayrı ayrı geliştirilen kısımlar kullanılmayacağı için hem anlamsız olacak, hem de belki zamanla ortadan kalkacaktır. Aynı zamanda hepsini birden geliştirmek de tahmin edilemeyecek kadar küçük olasılıkların biraraya gelmesini gerektirmektedir.’22
Prof. Demirsoy’un “tahmin edilemeyecek kadar küçük olasılıklar” sözüyle ifade ettiği gerçek, aslında “imkansızlık”tır.Gözün rastlantıların bir ürünü olması, açıkça imkansızdır.Darwin de bu gerçek karşısında büyük bir sıkıntı çekmiş ve hatta bu nedenle bir mektubunda, Gözleri düşünmek çoğu zaman beni teorimden soğuttu.Ama kendimi zamanla bu probleme alıştırdım. Şimdilerde ise doğadaki bazı belirgin yapılar beni çok fazla rahatsız ediyor.’ itirafında bulunmuştur.23

8- DNA’DAKİ 900 CİLTLİK ANSİKLOPEDİ DOLUSU BİLGİ TESADÜFEN ORTAYA ÇIKAMAZ 
Genetik bilimindeki ilerlemeler ve nükleik asitlerin, yani DNA ve RNA’nın keşfi, evrim teorisi için yepyeni problemler doğurmuştur. 1953 yılında James Watson ve Francis Crick adlı iki bilim adamının çalışmaları, DNA’nın hayranlık verecek derecedeki kompleks yapısını gün ışığına çıkarmıştır.
Vücuttaki 100 trilyon hücrenin her birinin çekirdeğinde bulunan DNA molekülü, insan vücudunun eksiksiz bir yapı planını içerir. DNA’daki bilgi, bu molekülü oluşturan dört özel molekülün diziliş sırası ile kodlanmıştır. Nükleotid (veya baz) adı verilen bu moleküller, isimlerinin baş harfleri olan A, T, G, C ile ifade edilirler. İnsanlar arasındaki tüm yapısal farklar, bu harflerin diziliş sıralamaları arasındaki farktan doğar. Bu, dört harfli bir alfabeden oluşan bir tür bilgi bankasıdır. DNA’daki harflerin diziliş sırası, insanın yapısını en ince ayrıntılarına dek belirler. Boy, göz, saç ve cilt rengi gibi özelliklerin yanı sıra, vücuttaki 206 kemiğin, 600 kasın, 100 milyar sinir hücresinin, beyin hücreleri arasındaki 1000 trilyon bağlantının, 97.000 kilometre uzunluğundaki damarların ve 100 trilyon hücrenin planı tek bir hücrenin DNA’sında mevcuttur. DNA’daki bu genetik bilgi kağıda aktarılsa, yaklaşık 500′er sayfalık 900 ciltten oluşan dev bir kütüphane oluşturmamız gerekir. Fakat, bu inanılmaz hacimdeki bilgi, milimetrenin yüzde biri büyüklüğündeki hücrenin, ondan çok daha küçük olan çekirdeğinde saklı bulunan DNA’nın genlerinde şifrelenmiştir.
Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta vardır. Bir geni oluşturan nükleotidlerde meydana gelecek bir sıralama hatası, o geni tamamen işe yaramaz hale getirecektir. İnsan vücudunda yaklaşık 30 bin gen bulunduğu düşünülürse, bu genleri oluşturan milyonlarca nükleotidin doğru sıralamada tesadüfen oluşabilmelerinin kesinlikle imkansız olduğu görülür. Evrimci bir biyolog olan
Frank Salisbury bu imkansızlıkla ilgili olarak şunları söyler:
‘Orta büyüklükteki bir protein molekülü, yaklaşık 300 amino asit içerir. Bunu kontrol eden DNA zincirinde ise, yaklaşık 1000 nükleotid bulunacaktır. 
Bir DNA zincirinde dört çeşit nükleotid bulunduğu hatırlanırsa, 1000 nükleotidlik bir dizi, 4 üzeri 1000 farklı şekilde olabilecektir. Küçük bir logaritma hesabıyla bulunan bu rakam ise, aklın kavrama sınırının çok ötesindedir.’24
41 üzeri 1000′de 1, “küçük bir logaritma hesabı” sonucunda, 10 üzeri 600′de 1 anlamına gelir. 10′un yanında 12 tane sıfır 1 trilyonu ifade ederken, 600 tane sıfırlı bir rakamın kavranması gerçekten de mümkün değildir.
Nükleotidlerin tesadüfen biraraya gelerek RNA ve DNA’yı oluşturmalarının imkansızlığını, evrimci Fransız bilim adamı Paul Auger de şöyle ifade etmektedir:
‘Rastgele kimyasal olaylar sayesinde nükleotidler gibi karmaşık moleküllerin ortaya çıkışı konusunda bence iki aşamayı net bir biçimde birbirinden ayırmamız gerekir; tek tek nükleotidlerin üretilmesi -ki bu belki mümkün olabilir- ve bunların çok özel seriler halinde birbirine bağlanmaları. İşte bu ikincisi, olanaksızdır.’25
Uzun yıllar moleküler evrim teorisini savunan Francis Crick bile DNA’yı keşfettikten sonra, böylesine kompleks bir molekülün tesadüfen, kendi kendine, bir evrim süreci sonucunda oluşamayacağını itiraf etmiş ve şöyle demiştir:
‘Bugünkü mevcut bilgilerin ışığında dürüst bir adam ancak şunu söyleyebilir: Bir anlamda hayat mucizevi bir şekilde ortaya çıkmıştır.’26

1-   Stephen Jay Gould, “The Return of Hopeful Monsters”, Natural History, cilt 86, Temmuz-Ağustos 1977, s. 28
2-   Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964, s. 177.
3-   B. G. Ranganathan, Origins?, Pennsylvania: The Banner Of Truth Trust, 1988.
4-   Warren Weaver, “Genetic Effects of Atomic Radiation”, Science, cilt 123, 29 Haziran 1956, s. 1159
5-   Gordon R. Taylor, The Great Evolution Mystery, New York, Harper & Row, 1983, s. 48.
6-   Pierre P. Grassé, Evolution of Living Organisms, Academic Press, New York, 1977, s. 82.
7-   Charles Darwin, The Origin Of Species, chapter X, “On the Imperfection of the Geological Record”.
8-   Charles Darwin, The Origin of Species, chapter X, s. 234.
9-   Charles Darwin, The Origin of Species, s. 179.
10- Charles Darwin, The Origin of Species, s. 172, 280.
11- S. M. Stanley, The New Evolutionary Timetable: Fossils, Genes and the Origin of Species, Basic Books, Inc. Publishers, New York, 1981, s. 71.
12- Niles Eldredge, Ian Tattersall, The Myths of Human Evolution, Columbia University Press, 1982, s. 5
13- http://members.iinet.net.au/~sejones/fsslrc02.html
14- http://members.iinet.net.au/~sejones/fsslrc02.html
15- Phillip E. Johnson, “Darwinism’s Rules of Reasoning”, Darwinism: Science or Philosophy, Foundation for Thought and Ethics, 1994, s. 12.
16- Roger Lewin, Science, vol. 241, 15 Temmuz 1988, s. 291.
17- James Valentine, Stanley Avramik, Philip Signor ve Peter Sadler, “The Biological Explosion at the Precambrian-Cambrian Boundary”, Evolutionary Biology, vol. 25, 1991, s. 279, 281.
18- Charles Darwin, Origin of Species, London: John Murray, 1859.
19- Charles Darwin, The Origin of Species, chapter IV, s. 99.
20- Charles Darwin, The Origin of Species, chapter X, s. 255.
21- Alexander I. Oparin, Origin of Life, (1936) NewYork, Dover Publications, 1953 (Reprint), s. 132-133
22- Prof. Ali Demirsoy, Kalıtım ve Evrim, Meteksan Yayıncılık, Ankara, 1995, 7. Baskı, s.475.
23- Norman Macbeth, Darwin Retried: An Appeal to Reason, Boston: Gambit, 1971, s. 101.
24- Frank B. Salisbury, “Doubts about the Modern Synthetic Theory of Evolution”, American Biology Teacher, Eylül 1971, s. 336
25- Paul Auger, De La Physique Theorique a la Biologie, 1970, s. 118.
26- Francis Crick, Life Itself: It’s Origin and Nature, New York, Simon & Schuster, 1981, s. 88.

EVRİMİN SUDAN KARAYA GEÇİŞ İDDİASINA TEK BİR KANIT YOKTUR

EVRİMİN SUDAN KARAYA GEÇİŞ İDDİASINA TEK BİR KANIT YOKTUR

Kemikli balıkların her üç sınıfı da, fosil tabakalarında aynı anda ve aniden ortaya çıkarlar… Peki ama bunların kökenleri nedir? Bu denli farklı ve kompleks yaratıkların ortaya çıkmasını ne sağlamıştır? Ve neden kendilerine evrimsel bir ata oluşturabilecek canlıların izlerinden eser yoktur? Gerald T.Todd
Evrimciler Kambriyen Devri’nde ortaya çıkan omurgasız deniz canlılarının, on milyonlarca yıllık bir zaman dilimi içinde balıklara dönüştüğünü iddia ederler. Ancak Kambriyen Devri omurgasızlarının hiçbir atası olmadığı gibi, bu omurgasızlar ile balıklar arasında bir evrim olduğunu gösterebilecek hiçbir ara geçiş formu da yoktur. Oysa iskeletleri olmayan ve sert kısımları vücutlarının dış kısmında yer alan omurgasızların, sert kısımları vücutlarının ortasında yer alan kemikli balıklara evrimleşmesi çok büyük bir dönüşümdür ve çok sayıda ara form izi bırakmış olması gerekir.
Evrimciler bu hayali formları aramak için 140 yıldır fosil tabakalarını alt-üst etmektedirler. Milyonlarca omurgasız fosili vardır, milyonlarca balık fosili vardır, ama hiç kimse tek bir tane bile ara form fosili bulamamıştır.

Hayali sudan karaya geçiş senaryosuna göre, bazı balıklar beslenme zorlukları gibi sebeplerden dolayı sudan karaya geçme ihtiyacı hissetmişlerdir. Bu senaryonun hiçbir delili yoktur. Bu nedenle söz konusu iddia, üstteki gibi temelsiz ve spekülatif çizimlerle desteklenmeye çalışılır.
Evrimci senaryo, balıkların da, bir süre sonra bir şekilde sudan çıkıp kara canlılarına dönüştüklerini iddia eder. Oysa bu geçişi imkansız kılan pek çok fizyolojik ve anatomik faktör vardır. Dahası, sudan karaya geçiş masalını destekleyebilecek hiçbir fosil delili yoktur.
Evrimcilerin bu konudaki senaryosuna göre, balıklar önce amfibiyenlere evrimleşmişlerdir. Ama tahmin edilebileceği gibi bu senaryonun da hiçbir delili yoktur. Yarı balık-yarı amfibiyen bir canlının yaşadığını gösteren tek bir fosil bile bulunamamıştır. Omurgalı Paleontolojisi ve Evrim kitabının yazarı olan ünlü evrimci Robert L. Carroll, bu gerçeği “erken amfibiyenlerle balıklar arasında ara form fosillerine sahip değiliz” diyerek istemeden de olsa ifade etmektedir. Evrimci paleontologlar Colbert ve Morales ise, amfibiyenlerin üç sınıfı olan kurbağalar, semenderler ve sesilyenler hakkında şu yorumu yaparlar:Palezoik devir amfibiyenlerinin ortak bir ataya sahip olduklarını gösterebilecek tek bir kanıt yoktur. Bilinen en eski kurbağalar, semenderler ve sesilyenler şu an yaşamakta olan örneklerine son derece benzerdirler. Edwin H. Colbert, M. Morales, Evolution of the Vertebrates, New York: John Wiley and Sons, 1991, s. 99.
Ama bundan 50 yıl öncesine kadar balık-amfibiyen arası bir fosilin var olduğu sanılıyordu. Yaşı 410 milyon yıl olarak hesaplanan ve Coelacanth adı verilen bir balık fosili, birçok evrimci kaynakta çok kesin bir ara geçiş formu olarak tanıtılıyordu. Evrimciler Coelacanth’ın ilkel bir akciğere, gelişmiş bir beyne, karadan çıkmaya hazır bir dolaşım ve sindirim sistemine, hatta ilkel bir yürüme şekline sahip bir ara-geçiş formu olduğunu iddia ediyorlardı. Bu yorumlar 1930′ların sonuna kadar bütün bilim çevrelerinde tartışmasız kabul edildi.

Solda, 410 milyon yıllık Coelacanth fosili. Evrimciler bu canlının fosiline dayanarak, bunun sudan karaya geçişteki ara geçiş formu olduğunu söylüyorlardı. 
Ancak ilki 1938 yılında olmak üzere (sağda) bu balığın canlı örneklerinin defalarca yakalanması, evrimcilerin spekülasyonlarda ne kadar ileri gidebileceklerini gösterdi.
Ancak 22 Aralık 1938′de Hint Okyanusu’nda çok ilginç bir keşif yapıldı. Yetmiş milyon yıl önce soyu tükenmiş bir ara geçiş formu olarak tanıtılan Coelacanth ailesinin canlı bir üyesi okyanusun açıklarında ele geçti! Coelacanth’ın “kanlı-canlı” bir örneğinin bulunması, evrimciler açısından büyük bir şoktu kuşkusuz. Evrimci paleontolog J. L. B. Smith, “yolda dinozora rastlasaydım, daha çok şaşırmazdım” ( Jean-Jacques Hublin, The Hamlyn Encyclopædia of Prehistoric Animals, New York: The Hamlyn Publishing Group Ltd., 1984, s. 120. ) demişti. İlerleyen yıllarda başka bölgelerde de 200′den fazla Coelacanth yakalandı. Bu balıkların yakalanmasıyla beraber evrimcilerin hayali yorumlar yapmakta ne kadar ileri gidebilecekleri de anlaşılmış oldu. Coelacanth iddiaların aksine ne ilkel bir akciğere, ne de büyük bir beyne sahipti. Evrimci araştırmacıların ilkel akciğer olduğunu düşündükleri yapı, balığın vücudunda bulunan bir yağ kesesinden başka bir şey değildi.Dahası, “sudan çıkmaya hazırlanan bir sürüngen adayı” olarak tanıtılan Coelacanth’ın, gerçekte okyanusun en derin sularında yaşayan ve 180 m. derinliğin üzerine hemen hiç çıkmayan bir dip balığı olduğu anlaşıldı.
SUDAN KARAYA GEÇİŞ NEDEN MÜMKÜN DEĞİL?
Evrimciler suda yaşayan canlıların günün birinde, her nasılsa, karaya çıkarak kara canlılarına dönüştüklerini iddia ederler. Oysa bu tür bir geçiş imkansız kılan sayısız anatomik ve fizyolojik faktör vardır. Bunların en belirgin olanlarını şöyle sıralayabiliriz:
1. Ağırlığın taşınması: Denizlerde yaşayan canlılar kendi ağırlıklarını taşımak gibi bir sorunla karşılaşmazlar. Oysa karada yaşayanların büyük bir kısmı enerjilerinin % 40′ını vücutlarını taşımak için kullanırlar. Kara yaşamına geçecek bir su canlısının bu enerji ihtiyacını karşılayabilecek yeni kas ve iskelet yapıları geliştirmesi(!) kaçınılmazdır, fakat bu kompleks yapıların rastgele mutasyonlarla oluşması da mümkün değildir.
2. Sıcaklığın korunması: Karada ısı çok çabuk ve çok büyük farklarla değişir. Bir kara canlısının, bu yüksek ısı farklılıklarına uyum sağlayacak bir metabolizması vardır. Oysa denizlerde ısı çok ağır değişir ve bu değişim karadaki kadar büyük farklar arasında olmaz. Denizlerdeki sabit sıcaklığa göre bir vücut sistemine sahip olan bir canlı, karada yaşayabilmek için, karadaki sıcaklık değişimine uyum sağlayacak korunma sistemini kazanmak zorundadır. Kuşkusuz balıkların karaya çıkar çıkmaz rastlantısal mutasyonlar sonucunda böyle bir sisteme kavuştuklarını öne sürmek son derece saçmadır.
3. Suyun kullanımı: Canlılar için kaçınılmaz bir ihtiyaç olan su, kara ortamında az bulunur. Bu nedenle suyun, hatta nemin ölçülü kullanılması zorunludur. Örneğin deri, su kaybetmeyi ve buharlaşmayı önleyecek şekilde olmalıdır. Canlı susama duygusuna sahip olmalıdır. Oysa suda yaşayan canlıların susama duygusu bulunmaz ve derileri de susuz ortama uygun değildir.
4. Böbrekler: Su canlıları, başta amonyak olmak üzere vücutlarında biriken artık maddeleri, bulundukları ortamda su bol olduğundan hemen süzerek atabilirler. Karada ise suyun minimum düzeyde kullanılması gerekmektedir. Bu nedenle bu canlılar bir böbrek sistemine sahiptirler. Böbrekler sayesinde amonyak, üreye çevrilerek depolanır ve atımında minimum düzeyde su kullanılır. Ayrıca böbreğin çalışmasını mümkün kılan yeni sistemlere ihtiyaç vardır. Kısacası, sudan karaya geçişin gerçekleşmesi için böbreği olmayan canlıların bir anda gelişmiş bir böbrek sistemi edinmesi gerekir.
5. Solunum sistemi: Balıklar suda erimiş halde bulunan oksijeni solungaçlarıyla alırlar. Suyun dışında ise birkaç dakikadan fazla yaşayamazlar. Karada yaşamaları için, bir anda kusursuz bir akciğer sistemi edinmeleri gerekir.
Tüm bu fizyolojik değişikliklerin aynı canlıda tesadüfler sonucu ve aynı anda meydana gelmesi ise elbette imkansızdır.
Evrimin Geçersizliğine Bir Örnek: KAPLUMBAĞALAR
Evrim teorisi, balıklar, sürüngenler gibi temel canlı gruplarını açıklayamadığı gibi, bu gruplar içindeki türlerin kökenini de açıklayamaz. Örneğin bir sürüngen sınıfı olan kaplumbağalar, fosil kayıtlarında kendilerine özgü kabuklarıyla birlikte bir anda belirirler. Evrimci yayınların ifadesiyle “kaplumbağalar diğer omurgalılardan çok daha fazla ve iyi korunmuş fosiller bırakmalarına rağmen, bu canlılar ile kendisinden evrimleştikleri varsayılan diğer sürüngenler arasında hiçbir geçiş formu bulunmamaktadır”. (Encyclopedia Britannica, 1992, c. 26, ss. 704-705)

100 milyon yıllık kaplumbağa fosili: Günümüzden farksız.
(The Dawn of Life, Orbis Pub., Londra 1972)
En eski kaplumbağa fosilleri ile günümüzdeki canlı örnekler arasında ise hiçbir fark yoktur. Kısacası kaplumbağalar evrimleşmemiş, aksine her zaman kaplumbağa olarak yaşamışlardır; çünkü o şekilde yaratılmışlardır.

EVRİMCİLERİN FOSİL YORUMLARI TARAFLI VE ALDATICIDIR

EVRİMCİLERİN  FOSİL YORUMLARI TARAFLI VE ALDATICIDIR

Yumuşak kısımların tekrar inşası çok riskli bir girişimdir. Dudaklar, gözler, kulaklar ve burun gibi organların altlarındaki kemikle hiçbir bağlantıları yoktur. Örneğin bir Neandertal kafatasını aynı yorumla bir maymuna veya bir filozofa benzetebilirsiniz. Eski insanların kalıntılarına dayanarak yapılan canlandırmalar hemen hiçbir bilimsel değere sahip değillerdir ve toplumu yönlendirmek amacıyla kullanılırlar… Bu sebeple rekonstrüksiyonlara fazla güvenilmemelidir. Earnest A. Hooton 
İnsanın evrimi efsanesinin detaylarına girmeden önce, tarihte yarı maymun-yarı insan canlıların yaşadığı fikrini toplumun önemli bir bölümüne kabul ettiren propaganda yöntemine değinmek gerekir. Bu propaganda yöntemi, evrimcilerin fosilleri kullanarak yaptıkları “rekonstrüksiyon”lardır. Rekonstrüksiyon “yeniden inşa” demektir ve sadece bir kemik parçası bulunmuş olan canlının resminin ya da maketinin yapılmasıdır. Gazetelerde, dergilerde, filmlerde gördüğünüz “maymun adam”ların her biri birer rekonstrüksiyondur.
Ancak insanın kökeni ile ilgili fosil kayıtları çoğu zaman dağınık ve eksik oldukları için, bunlara dayanarak herhangi bir tahminde bulunmak, bütünüyle hayal gücüne dayalı bir iştir. Bu yüzden evrimciler tarafından fosil kalıntılarına dayanılarak yapılan rekonstrüksiyonlar, tamamen evrim ideolojisinin gereklerine uygun olarak tasarlanırlar. Harvard Üniversitesi antropologlarından David Pilbeam, “benim uğraştığım paleoantropoloji alanında daha önce edinilmiş izlenimlerden oluşmuş teori, daima gerçek verilere baskın çıkar” derken bu gerçeği vurgular. İnsanlar görsel yoldan daha kolay etkilendikleri için amaç onları, hayal gücüyle rekonstrüksiyonu yapılmış yaratıkların geçmişte gerçekten yaşadığına inandırabilmektir.
HAYALİ ÇİZİMLER

Evrimciler, rekonstrüksiyonlarda burun ve dudakların yapısı, saçların şekli, kaş biçimi ve kıllar gibi fosil izi bırakmayan özellikleri kasıtlı olarak evrimi destekleyici nitelikte şekillendirirler. Ortaya çıkardıkları hayali varlıkları, aileleriyle yürürken, avlanırken veya günlük hayatın başka bir kesitinde gösteren ayrıntılı resimler hazırlarlar. Oysa bu çizimler tamamen birer hayal ürünüdür ve hiçbir fosil karşılıkları yoktur.
Burada bir noktaya dikkat etmek gerekir: Kemik kalıntılarına dayanılarak yapılan çalışmalarda sadece eldeki objenin çok genel özellikleri ortaya çıkarılabilir. Oysa asıl belirleyici ayrıntılar, zaman içinde kolayca yok olan yumuşak dokulardır. Evrime inanmış bir kimsenin bu yumuşak dokuları istediği gibi şekillendirip ortaya hayali bir yaratık çıkarması çok kolaydır.
Harvard Üniversitesi’nden Earnst A. Hooten bu durumu şöyle açıklar: Yumuşak kısımların tekrar inşası çok riskli bir girişimdir. Dudaklar, gözler, kulaklar ve burun gibi organların altlarındaki kemikle hiçbir bağlantıları yoktur. Örneğin bir Neandertal kafatasını aynı yorumla bir maymuna veya bir filozofa benzetebilirsiniz. Eski insanların kalıntılarına dayanarak yapılan canlandırmalar hemen hiçbir bilimsel değere sahip değillerdir ve toplumu yönlendirmek amacıyla kullanılırlar… Bu sebeple rekonstrüksiyonlara fazla güvenilmemelidir. Earnest A. Hooton, Up From The Ape, New York: McMillan, 1931, s. 332.
AYNI KAFATASINDAN YOLA ÇIKILARAK YAPILAN
ÜÇ AYRI ÇİZİM

Java adamının birbirinden tamamen farklı olan bu iki çizimi, fosillerin evrimciler tarafından nasıl hayali biçimde yorumlandığının iyi bir örneği…
Evrimciler bu konuda o denli ileri gitmektedirler ki, aynı kafatasına birbirinden çok farklı yüzler yakıştırabilmektedirler. Australopithecus robustus (Zinjanthropus) adlı fosil için çizilen birbirinden tamamen farklı üç ayrı rekonstrüksiyon (üstte), bunun ünlü bir örneğidir.
Java adamının birbirinden tamamen farklı olan bu iki çizimi, fosillerin evrimciler tarafından nasıl hayali biçimde yorumlandığının iyi bir örneği…
Sağda: Maurice Wilson çizimi. (From Ape to Adam The Search For The Ancestry Of Man, Herbert Wendt)
Solda: Steven M. Stanley’nin çizimi. (Human Origins)
Fosillerin taraflı yorumlanması ya da hayali rekonstrüksiyonlar yapılması, evrimcilerin aldatmacaya ne denli yoğun biçimde başvurduklarını gösteren deliller arasında sayılabilirler. Ancak bunlar, evrim teorisinin tarihinde rastlanan bazı somut sahtekarlıklarla karşılaştırıldıklarında, yine de çok sıradan kalmaktadırlar.


EVRİMCİLERİN İLERİ SÜRDÜKLERİ DELİLLER SAHTEDİR

EVRİMCİLERİN İLERİ SÜRDÜKLERİ DELİLLER SAHTEDİR

“Fiziksel anlamda, insanın evrimi hakkındaki herhangi bir teorinin, güçlü çeneleri ve iri kesici dişleri olan ve bizden dört kat hızlı koşan maymun benzeri bir atanın nasıl yavaş yavaş, iki ayaklı bir hayvana dönüştüğünü açıklaması gerekir. Bu güçlere aklı, konuşmayı ve ahlakı ekleyin, bunların hepsi evrim teorisine baş kaldırmaktadır.” Evrimci bilim yazarı Roger Lewin (John Peet, The True History Mankind)
Medyada ve akademik kaynaklarda sürekli olarak telkin edilen “maymun insan” imajını destekleyecek hiçbir somut fosil delili yoktur. Evrimciler, ellerine fırça alıp hayali yaratıklar çizerler, ama bu canlıların fosillerinin olmayışı, onlar için büyük bir sorundur. Bu sorunu “çözmek” için kullandıkları ilginç yöntemlerden biri ise, bulamadıkları fosilleri “üretmek” olmuştur. Bilim tarihinin en büyük skandalı olan Piltdown Adamı, işte bu yöntemin bir örneğidir.
Piltdown Adamı: İnsan Kafatasına Orangutan Çenesi!
İNSAN KAFATASINA ORANGUTAN ÇENESİ
Fosiller Charles Dawson tarafından “bulundu” ve Sir Arthur Smith Woodward’a verildi.  
Parçalar ünlü kafatasını oluşturmak üzere birleştirildi.
İnsan kafatasından bölümler
Bu kafatası hakkında birçok çizim ve rekonstrüksiyon yapıldı, 500′e yakın makale yazıldı.Orijinal kafatası British Museum’da sergilendi.
 
Bu buluştan 40 yıl sonra Piltdown fosilinin bir sahtekarlık ürünü olduğu
ortaya çıkarıldı.
 
Ünlü bir doktor ve aynı zamanda da amatör bir paleontolog olan Charles Dawson, 1912 yılında, İngiltere’de Piltdown yakınlarındaki bir çukurda, bir çene kemiği ve bir kafatası parçası bulduğu iddiasıyla ortaya çıktı. Çene kemiği maymun çenesine benzemesine rağmen, dişler ve kafatası insanınkilere benziyordu. Bu örneklere “Piltdown Adamı” adı verildi, 500 bin yıllık bir tarih biçildi ve çeşitli müzelerde insan evrimine kesin bir delil olarak sergilendi. 40 yılı aşkın bir süre, üzerine birçok bilimsel makaleler yazıldı, yorumlar ve çizimler yapıldı. Dünyanın farklı üniversitelerinden 500′ü aşkın akademisyen, Piltdown Adamı üzerine doktora tezi hazırladı. Ünlü Amerikalı paleoantropolog H. F. Osborn da 1935′te British Museum’u ziyaretinde, “doğa sürprizlerle dolu; bu, insanlığın tarih öncesi devirleri hakkında önemli bir buluş” diyordu. Stephen Jay Gould, “Smith Woodward’s Folly”, New Scientist, 5 Nisan 1979, s. 44.
1949′da ise British Museum’un paleontoloji bölümünden Kenneth Oakley yeni bir yaş belirleme metodu olan “flor testi” metodunu, eski bazı fosiller üzerinde denemek istedi. Bu yöntemle, Piltdown Adamı fosili üzerinde de bir deneme yapıldı. Sonuç çok şaşırtıcıydı. Yapılan testte Piltdown Adamı’nın çene kemiğinin hiç flor içermediği anlaşıldı. Bu, çene kemiğinin toprağın altında birkaç yıldan fazla kalmadığını gösteriyordu. Az miktarda flor içeren kafatası ise sadece birkaç bin yıllık olmalıydı. Flor metoduna dayanılarak yapılan sonraki kronolojik araştırmalar, kafatasının ancak birkaç bin yıllık olduğunu ortaya çıkardı. Çene kemiğindeki dişlerin ise suni olarak aşındırıldığı, fosillerin yanında bulunan ilkel araçların ise çelik aletlerle yontulmuş adi birer taklit olduğu anlaşıldı. Weiner’in yaptığı detaylı analizlerle bu sahtekarlık 1953 yılında kesin olarak ortaya çıkarıldı. Kafatası 500 yıl yaşında bir insana, çene kemiği de yeni ölmüş bir orangutana aitti! Dişler, insana ait olduğu izlenimini vermek için sonradan özel olarak eklenmiş ve sıralanmış, eklem yerleri de törpülenmişti. Daha sonra da bütün parçalar, eski görünmeleri için potasyum-dikromat ile lekelendirilmişti. Bu lekeler, kemikler aside batırıldığında kayboluyordu. Sahtekarlığı ortaya çıkaran ekipten Le Gros Clark “dişler üzerinde yıpranma izlenimini vermek için, yapay olarak oynanmış olduğu o kadar açık ki, nasıl olur da bu izler dikkatten kaçmış olabilir?” diyerek şaşkınlığını gizleyemiyordu.( Stephen Jay Gould, “Smith Woodward’s Folly”, New Scientist, 5 Nisan 1979, s. 44)  Tüm bunların üzerine “Piltdown Adamı”, 40 yılı aşkın bir süredir sergilenmekte olduğu British Museum’dan alelacele çıkarıldı.
Nebraska Adamı: Bir Domuz Dişi
1922′de, Amerikan Doğa Tarih Müzesi müdürü Henry Fairfield Osborn, Batı Nebraska’daki Yılan Deresi yakınlarında, Plieocen Dönemi’ne ait bir azı dişi fosili bulduğunu açıkladı. Bu diş, iddiaya göre, insan ve maymunların ortak özelliklerini taşımaktaydı. Çok geçmeden konuyla ilgili çok derin bilimsel tartışmalar başladı. Bazıları bu dişi Pithecanthropus erectus olarak yorumluyorlar, bazıları ise bunun insana daha yakın olduğunu söylüyorlardı. Büyük tartışmalara neden olan bu fosile “Nebraska Adamı” adı verildi. “Bilimsel” ismi de hemen takıldı: “Hesperopithecus haroldcooki”.
Birçok otorite Osborn’u destekledi. Bu tek dişe dayanılarak Nebraska Adamı’nın kafatası ve vücudunun rekonstrüksiyon resimleri çizildi. Hatta daha da ileri gidilerek Nebraska adamının, eşinin ve çocuklarının doğal ortamda ailece resimleri yayınlandı.
Bütün bu senaryolar tek bir dişten üretilmişti. Evrimci çevreler bu “hayalet adamı” o derece benimsediler ki, William Bryan isimli bir araştırmacı, tek bir azı dişine dayanılarak bu kadar peşin hükümle karar verilmesine karşı çıkınca, bütün şimşekleri üzerine çekti.
Ancak 1927′de iskeletin öbür parçaları da bulundu. Bulunan yeni parçalara göre bu diş ne maymuna ne de insana aitti. Dişin, “prosthennops” isimli yabani Amerikan domuzunun soyu tükenmiş bir cinsine ait olduğu anlaşıldı. William Gregory, bu yanılgıyı duyurduğu Science dergisinde yayınladığı makalesine şöyle bir başlık atmıştı: “Görüldüğü kadarıyla Hesperopithecus ne maymun ne de insan. Sonuçta Hesperopithecus haroldcooki’nin ve “ailesi”nin tüm çizimleri alelacele literatürden çıkarıldı.
Soldaki resim tek bir diş parçasına dayanılarak yapılmış ve Illustrated London News dergisinin 24 Haziran 1922 tarihli sayısında yayınlanmıştı. Ancak bu dişin, maymun benzeri bir yaratığa veya bir insana değil de soyu tükenmiş bir domuza ait olduğunun anlaşılması, evrimcileri büyük hayal kırıklığına uğrattı.
Ota Benga: Kafese Konulan Afrikalı Yerli
Darwin İnsanın Türeyişi adlı kitabıyla, insanın maymun benzeri canlılardan evrimleştiğini iddia ettikten sonra, bu senaryoyu destekleyecek fosil arayışı başladı. Ancak bazı evrimciler “yarı maymun-yarı insan” canlıların sadece fosil kayıtlarında değil, dünyanın farklı bölgelerinde canlı olarak da bulunabileceğine inanıyorlardı. 20. yüzyılın başlarında bu “canlı ara geçiş formu” arayışları bazı vahşetlere neden oldu. Bu vahşetlerden biri, Ota Benga adlı pigmenin hikayesiydi.
Ota Benga, 1904 yılında, Samuel Verner adlı evrimci bir araştırmacı tarafından Kongo’da yakalanmıştı. Adı, kendi dilinde “dost” anlamına gelen yerli, evli ve iki çocuk babasıydı. Ama bir hayvan gibi zincirlendi, kafese kondu ve ABD’ye götürüldü. Buradaki evrimci bilim adamları, St. Louis Dünya Fuarı’nda onu çeşitli maymun türleriyle birlikte kafese koyarak “insana en yakın ara geçiş formu” olarak teşhir ettiler. İki yıl sonra ise New York’taki Bronx Hayvanat Bahçesi’ne götürdüler ve birkaç şempanze, Dinah adı verilen bir goril ve Dohung adı verilen bir orangutan ile birlikte “insanın eski ataları” adı altında sergilediler. Hayvanat bahçesinin evrimci müdürü Dr. William T. Hornaday, bu nadide “ara geçiş formu”na sahip olmanın kendisine verdiği gurur hakkında uzun konuşmalar yapmış, ziyaretçiler de kafese konan Ota Benga’ya sıradan bir hayvan gibi davranmışlardı. Ota Benga, sonunda maruz kaldığı uygulamaya dayanamayarak intihar etti. (Philips Verner Bradford, Harvey Blume, Ota Benga: The Pygmy in The Zoo, New York: Delta Books, 1992)
Piltdown Adamı, Nebraska Adamı ya da Ota Benga… Tüm bu skandallar, evrimci bilim adamlarının kendi teorilerini ispatlamak adına, her türlü bilim dışı yöntemi kullanmaktan çekinmediklerini göstermektedir. Bu durumun bilincinde olarak “insanın evrimi” efsanesinin diğer sözde delillerine baktığımızda ise, yine benzer bir durumla karşılaşırız: Ortada, tümüyle gerçek dışı olan bir hikaye ve bu hikayeyi desteklemek için her yola başvurabilecek bir gönüllüler ordusu vardır.