EVRİMİN, CANLILIĞIN ORTAYA ÇIKIŞINA BİR CEVABI YOKTUR!
Biraz madde alın, karıştırın, ısıtın ve
bekleyin. Bu, hayatın kökeninin modern versiyonudur. Yerçekimi,
elekromanyetizma, zayıf ve güçlü nükleer kuvvetler gibi “temel” güçler
gerisini halledecektir… Peki ama bu kolay hikayenin ne kadarı sağlam
temellere oturmaktadır ve ne kadarı umuda dayalı spekülasyonlara
bağlıdır? Gerçekte, ilk kimyasal maddelerden canlı hücrelere kadar giden
aşamaların bütün mekanizmaları ya tartışma konusudur ya da tamamen
karanlık içindedir. Evrimci biyolog Andrew Scott
“Canlılığın ilk olarak nasıl ortaya çıktığı” sorusu evrim teorisi
açısından o denli büyük bir çıkmazdır ki, evrimciler bu konuya
ellerinden geldiğince değinmemeye çalışırlar. Konuyu, “ilk canlılık
tesadüfi birtakım faktörlerin etkileşimiyle suda oluştu” gibi sözlerle
geçiştirmeye uğraşırlar. Çünkü bu konuda içine düştükleri çıkmaz, hiçbir
şekilde aşılabilecek türden değildir. Paleontolojik evrim konularının
aksine, bu konuda çarpıtmalar ve taraflı yorumlarla teorilerine
yontabilecekleri fosiller de yoktur ellerinde. Bu nedenle, evrim teorisi
daha başlangıç noktasında çökmektedir.
Bir noktayı akılda tutmakta yarar var: Evrim sürecinin
herhangi bir aşamasının imkansız olduğunun ortaya çıkması, teorinin
tümden yanlışlığını ve geçersizliğini göstermesi için yeterlidir.
Örneğin sadece proteinlerin tesadüfen oluşumunun imkansızlığının
ispatlanması, evrimin daha sonraki aşamalara ait tüm diğer iddialarını
da çürütmüş olur. Bu noktadan sonra insan ve maymun kafataslarını alıp
üzerlerinde spekülasyonlar yapmanın da hiçbir anlamı kalmaz.
Canlılığın nasıl olup da cansız maddelerden oluşabildiği, uzunca bir süre evrimcilerin pek fazla yanaşmak istemedikleri bir sorundu. Ancak devamlı olarak gözardı edilen bu problem, giderek kaçılamayacak bir sorun haline geldi ve 20. yüzyılın ikinci çeyreğinde başlayan bir dizi araştırmayla aşılmaya çalışıldı.
Canlılığın nasıl olup da cansız maddelerden oluşabildiği, uzunca bir süre evrimcilerin pek fazla yanaşmak istemedikleri bir sorundu. Ancak devamlı olarak gözardı edilen bu problem, giderek kaçılamayacak bir sorun haline geldi ve 20. yüzyılın ikinci çeyreğinde başlayan bir dizi araştırmayla aşılmaya çalışıldı.
İlk cevaplanması gereken soru şuydu: İlkel dünyada ilk
canlı hücre nasıl ortaya çıkmış olabilirdi? Daha doğrusu, evrimciler bu
soru karşısında ne gibi bir açıklama getirmeliydiler?
Soruların cevabı deneylerle bulunmaya çalışıldı. Evrimci
bilim adamları ve araştırmacılar bu soruları cevaplamaya yönelik, fakat
yine fazla ilgi uyandırmayan bazı laboratuvar deneyleri yaptılar.
Hayatın kökeni konusunda evrimcilerin en çok itibar ettikleri çalışma
ise 1953 yılında Amerikalı araştırmacı Stanley Miller tarafından yapılan
Miller Deneyi oldu. (Deney, Miller’in Chicago Üniversitesi’ndeki hocası
Harold Urey’in olaydaki katkısından dolayı “Urey-Miller Deneyi” olarak
da bilinir.)
Evrim sürecinin ilk aşaması olarak öne sürülen
“moleküler evrim” tezini sözde ispatlamak içinkullanılan yegane “delil”
işte bu deneydir. Aradan neredeyse yarım asır geçmesine ve büyük
teknolojik ilerlemeler kaydedilmesine rağmen bu konuda hiçbir yeni
girişimde bulunulmamıştır. Bugün halen ders kitaplarında canlıların ilk
oluşumunun evrimsel açıklaması olarak Miller Deneyi okutulmaktadır.
Çünkü bu tür çabaların kendilerini desteklemediğinin, aksine sürekli
yalanladığının farkında olan evrimciler benzeri deneylere girişmekten
özellikle kaçınmaktadırlar.
Başarısız Bir Girişim: Miller Deneyi
Stanley Miller’ın amacı, milyarlarca yıl önceki cansız
dünyada proteinlerin yapıtaşları olan amino asitlerin “tesadüfen”
oluşabileceklerini gösteren deneysel bir bulgu ortaya koymaktı.
Miller deneyinde, ilkel dünya
atmosferinde bulunduğunu varsaydığı-daha sonraları ise bulunmadığı
anlaşılacak olan-amonyak, metan, hidrojen ve su buharından oluşan bir
gaz karışımını kullandı. Bu gazlar, doğal şartlar altında birbirleriyle
reaksiyona giremeyeceklerinden dışarıdan enerji takviyesi yaptı. İlkel
atmosfer ortamında yıldırımlardan kaynaklanmış olabileceğini düşündüğü
enerjiyi, yapay bir elektrik deşarj kaynağından sağladı.
Miller bu gaz karışımını bir hafta boyunca 100° C ısıda
kaynattı, bir yandan da karışıma elektrik akımı verdi. Haftanın sonunda
Miller, kavanozun dibinde bulunan karışımdaki kimyasalları ölçtü ve
proteinlerin yapıtaşlarını oluşturan 20 çeşit amino asitten üçünün
sentezlendiğini gözledi.Deney, evrimciler arasında büyük de bir sevinç
yarattı ve çok büyük bir başarı gibi lanse edildi. Hatta, çeşitli
yayınlar olayın sarhoşluğu içinde, “Miller hayatı yarattı” şeklinde
manşetler atacak kadar kendilerinden geçtiler. Oysa Miller’ın
sentezlediği birtakım “cansız” moleküllerdi. Bu deneyden aldıkları
cesaretle evrimciler, hemen yeni senaryolar ürettiler. Amino asitlerden
sonraki aşamalar da hemen kurgulandı. Çizilen senaryoya göre, amino
asitler, daha sonra rastlantılar sonucu uygun dizilimlerde birleşmiş ve
proteinleri oluşturmuşlardı. Tesadüf eseri meydana gelen bu proteinlerin
bazıları da, kendilerini, “bir şekilde” (!) oluşmuş hücre zarı benzeri
yapıların içine yerleştirerek hücreyi meydana getirmişlerdi. Hücreler de
zamanla yanyana gelip birleşerek canlı organizmaları oluşturmuşlardı.
Oysa, bu senaryonun en büyük dayanağı olan Miller deneyi, her yönden
geçersizliği kanıtlanmış bir aldatmacadan başka bir şey değildi.
Miller Deneyi’ni Geçersiz Kılan Gerçekler
Miller’ın, ilkel dünya koşullarında amino asitlerin
kendi kendilerine oluşabileceklerini kanıtlamak amacıyla yaptığı deney
birçok yönden tutarsızlık göstermektedir. Bunları şöyle sıralayabiliriz:
1- Miller deneyinde, “soğuk tuzak” (cold trap) isimli
bir mekanizma kullanarak amino asitleri oluştukları anda ortamdan izole
etmişti. Çünkü aksi takdirde, amino asitleri oluşturan ortamın
koşulları, bu molekülleri oluşmalarından hemen sonra imha edecekti.
Halbuki ilkel dünya koşullarında elbette bu çeşit
bilinçli düzenekler yoktu. Ve mekanizma olmadan herhangi bir çeşit amino
asit elde edilse bile, bu moleküller aynı ortamda hemen
parçalanacaklardı. Kimyager Richard Bliss’in belirttiği gibi, “bu soğuk
tuzak olmasa, kimyasal ürünler elektrik kaynağı tarafından tahrip
edilmiş olacaktı”.Nitekim Miller, soğuk tuzak yerleştirmeden yaptığı
daha önceki deneylerde tek bir amino asit bile elde edememişti.
2- Miller’ın deneyinde canlandırmaya çalıştığı ilkel
atmosfer ortamı gerçekçi değildi. 1980′li yıllarda bilim adamları ilkel
atmosferde, metan ve amonyak yerine azot ve karbondioksit bulunması
gerektiği görüşünde birleştiler. Nitekim uzun süren bir sessizlikten
sonra Miller’ın kendisi de kullandığı atmosfer ortamının gerçekçi
olmadığını itiraf etti. (S.Miller, Molecular Evolution of Life: Current
Status of the Prebiotic Synthesis of Small Molecules, 1986, s. 7.)
Peki Miller neden bu gazlar konusunda ısrar etmişti?
Cevap basitti: Amonyak olmadan, bir amino asitin sentezlenmesi
imkansızdı. Kevin Mc Kean, Discover dergisinde yayınladığı makalede bu
durumu şöyle anlatıyor:Miller ve Urey dünyanın eski atmosferini metan ve
amonyak karıştırarak kopya ettiler… Oysa son çalışmalarda o zamanlar
dünyanın çok sıcak olduğu ve ergimiş nikel ile demirin karışımından
meydana geldiği anlaşılmıştır. Böylece o dönemdeki kimyevi atmosferin
daha çok azot, karbondioksit ve su buharından oluşması gerekir. Oysa
bunlar organik moleküllerin oluşması için amonyak ve metan kadar uygun
değildirler.( Kevin Mc Kean, Bilim ve Teknik, Sayı 189, s. 7.)
Nitekim Amerikalı bilim adamları J.P. Ferris ve C.T. Chen,
karbondioksit, hidrojen, azot ve su buharından oluşan bir karışımla
Miller’ın deneyini tekrarladılar ve bir tek molekül amino asit bile elde
edemediler. (J. P. Ferris, C. T. Chen, “Photochemistry of Methane,
Nitrogen, and Water Mixture As a Model for the Atmosphere of the
Primitive Earth”, Journal of American Chemical Society, cilt 97:11,
1975, s. 2964.)3- Miller’ın deneyini geçersiz kılan bir diğer önemli nokta da, amino asitlerin oluştuğu öne sürülen dönemde, atmosferde amino asitlerin tümünü parçalayacak yoğunlukta oksijen bulunmasıydı. Miller’in gözardı ettiği bu gerçek, yaşları 3.5 milyar yıl olarak hesaplanan taşlardaki okside olmuş demir ve uranyum birikintileriyle anlaşıldı. Oksijen miktarının, bu dönemde evrimcilerin iddia ettiğinin çok üstünde olduğunu gösteren başka bulgular da ortaya çıktı. Araştırmalar, o dönemde dünya yüzeyine evrimcilerin tahminlerinden 10 bin kat daha fazla ultraviyole ışını ulaştığını gösterdi. Bu yoğun ultraviyolenin atmosferdeki su buharı ve karbondioksiti ayrıştırarak oksijen açığa çıkarması ise kaçınılmazdı. Bu durum, oksijen dikkate alınmadan yapılmış olan Miller deneyini tamamen geçersiz kılıyordu. Eğer deneyde oksijen kullanılsaydı, metan, karbondioksit ve suya, amonyak ise azot ve suya dönüşecekti. Diğer taraftan, oksijenin bulunmadığı bir ortamda-henüz ozon tabakası var olmadığından-ultraviyole ışınına doğrudan maruz kalacak olan amino asitlerin hemen parçalanacakları da açıktı. Sonuçta ilkel dünyada oksijenin var olması da, olmaması da amino asitler için yok edici bir ortam demekti.
4- Miller deneyinin sonucunda, canlıların yapı ve
fonksiyonlarını bozucu özelliklere sahip organik asitlerden de çok
miktarda oluşmuştu. Amino asitlerin, izole edilmeyip de bu kimyasal
maddelerle aynı ortamda bırakılmaları halinde ise, bunlarla kimyasal
reaksiyona girip parçalanmaları ve farklı bileşiklere dönüşmeleri
kaçınılmazdı. Ayrıca deney sonucunda ortaya bol miktarda sağ-elli amino
asit çıkmıştı. Bu amino asitlerin varlığı, evrimi kendi mantığı içinde
bile çürütüyordu. Çünkü sağ-elli amino asitler, canlı yapısında
kullanılamayan amino asitlerdi. Sonuç olarak Miller’ın deneyindeki amino
asitlerin oluştuğu ortam, canlılık için elverişli değil, aksine ortaya
çıkacak işe yarar molekülleri parçalayıcı, yakıcı bir asit karışımı
niteliğindeydi.
Tüm bunların gösterdiği tek bir somut gerçek vardır:
Miller deneyi canlılığın ilkel dünya şartlarında tesadüfen meydana
gelebileceğini kanıtlamaz. Deney, amino asit sentezlemeye yönelik
bilinçli ve kontrollü bir laboratuvar çalışmasıdır. Kullanılan gazların
cinsleri ve karışım oranları amino asitlerin oluşabilmesi için en ideal
ölçülerde belirlenmiştir. Ortama verilen enerji miktarı, ne eksik ne
fazla, tamamen istenen reaksiyonların gerçekleşmesini sağlayacak biçimde
titizlikle ayarlanmıştır. Deney aygıtı, ilkel dünya koşullarında mevcut
olabilecek hiçbir zararlı, tahrip edici ya da amino asit oluşumunu
engelleyici unsuru barındırmayacak biçimde izole edilmiştir. İlkel
dünyada mevcut olan ve reaksiyonların seyrini değiştirecek hiçbir
element, mineral ya da bileşik deney tüpüne konulmamıştır. Oksidasyon
sebebiyle amino asitlerin varlığına imkan vermeyecek oksijen bunlardan
yalnızca birisidir. Kaldı ki, hazırlanan ideal laboratuvar koşullarında
bile, “soğuk tuzak” (cold trap) denen mekanizma olmadan amino asitlerin
aynı ortamda parçalanmadan varlıklarını sürdürebilmeleri mümkün
değildir.
Miller deneyiyle evrimciler, aslında evrimi kendi
elleriyle çürütmüşlerdir. Çünkü deney, amino asitlerin ancak tüm
koşulları özel olarak ayarlanmış bir laboratuvar ortamında, bilinçli
müdahalelerle elde edilebileceğini kanıtlamıştır. Yani canlılığı ortaya
çıkaran güç, bilinçsiz tesadüfler değil, “yaratılış”tır.
Evrimcilerin bu açık gerçeği kabul etmemeleri, bilime
tamamen aykırı birtakım önyargılara sahip olmalarından kaynaklanır.
Nitekim Miller Deneyi’ni öğrencisi Stanley Miller ile birlikte organize
eden Harold Urey, bu konuda şu itirafı yapmıştır:Yaşamın kökeni konusunu
araştıran bütün bizler, bu konuyu ne kadar çok incelersek inceleyelim,
hayatın herhangi bir yerde evrimleşmiş olamayacak kadar kompleks olduğu
sonucuna varıyoruz. (Ancak) Hepimiz bir inanç ifadesi olarak, yaşamın bu
gezegenin üzerinde ölü maddeden evrimleştiğine inanıyoruz. Fakat
kompleksliği o kadar büyük ki, nasıl evrimleştiğini hayal etmek bile
bizim için zor. ( W. R. Bird, The Origin of Species Revisited,
Nashville: Thomas Nelson Co., 1991, s. 325)
|
EN SON EVRİMCİ KAYNAKLAR MİLLER DENEYİ’Nİ YALANLIYOR
Türkiye’deki evrimci çevrelerin hala büyük bir
kanıt gibi gösterdikleri Miller Deneyi, gerçekte günümüzde evrimci bilim
adamları arasında tamamen geçerliliğini kaybetmiş bir konudur. 1998′in
Şubat ayında yayınlanan ünlü evrimci bilim dergisi Earth’deki “Yaşamın
Potası” başlıklı makalede şu ifadeler yer alır:
Görüldüğü gibi, Miller’ın kendisi dahi bugün
deneyinin, yaşamın kökenini açıklama adına bir anlam ifade etmediğinin
farkındadır. Böyle bir durumda evrimci bilim adamlarımızın bu deneye
dört elle sarılmaları, içinde bulundukları çaresizliğin açık bir
göstergesidir.
National Geographic’in Mart 1998
sayısındaki, “Yeryüzünde Yaşamın Ortaya Çıkışı” başlıklı makalede ise,
konuyla ilgili şu satırlara yer verilir: Pek çok bilim adamı bugün, ilkel atmosferin Miller’ın öne sürdüğünden farklı olduğunu tahmin ediyor. İlkel atmosferin, hidrojen, metan ve amonyaktan ziyade, karbondioksit ve azottan oluştuğunu düşünüyorlar. Bu ise kimyacılar için kötü haber! Karbondioksit ve azotu tepkimeye soktuklarında elde edilen organik bileşikler oldukça değersiz miktarlarda. Koca bir yüzme havuzuna atılan bir damla gıda renklendiricisiyle aynı oranda bir yoğunlukta… Bilim adamları, bu derece seyrek çözeltideki bir çorbada hayatın ortaya çıkmasını hayal etmeyi bile güç buluyorlar.( National Geographic, “The Rise of Life on Earth”, March 1998, p.68) Kısacası, ne Miller Deneyi ne de başka hiçbir evrimci çaba, yeryüzünde hayatın nasıl oluştuğu sorusunu cevaplayamamaktadır. Tüm araştırmalar, hayatın rastlantılarla ortaya çıkmasının imkansızlığını ortaya koymakta ve böylece hayatın yaratılmış olduğunu göstermektedir. |
Daha önce saydığımız bütün tutarsızlıklarına rağmen
evrimciler, amino asitlerin ilkel dünya ortamında kendi kendilerine
nasıl oluşabildikleri sorusunu, Miller deneyi ile geçiştirmeye
çalışırlar. Bu geçersiz deneyle söz konusu sorunun çoktan çözülmüş
olduğu gibi bir izlenim vererek, bugün bile insanları yanıltmaya devam
etmektedirler.
Canlılığın kökenini rastlantılarla açıklama çabasının
ikinci aşamasında, evrimcileri, amino asitlerden çok daha büyük bir
problem beklemektedir: “Proteinler”. Yani yüzlerce farklı amino asitin
belirli bir sıra içinde birbirlerine eklenerek oluşturdukları canlılığın
yapıtaşları.
|
Evrimcilerin en büyük yanılgılarından bir tanesi de yukarıda temsili resmi görülen ve ilkel dünya olarak nitelendirdikleri ortamda canlılığın kendiliğinden oluşabileceğini düşünmeleridir. Miller deneyi gibi çalışmalarla bu iddialarını kanıtlamaya çalışmışlardır. Ancak bilimsel bulgular karşısında yine yenilgiye uğramışlardır. Çünkü 1970′li yıllarda elde edilen sonuçlar, ilkel dünya olarak nitelendirilen dönemdeki atmosferin yaşamın oluşması için hiçbir şekilde uygun olmadığını kanıtlamıştır. |
Proteinlerin doğal şartlarda tesadüfen oluştuklarını öne
sürmek, amino asitlerin tesadüfen oluştuklarını öne sürmekten çok daha
akıl ve mantık dışı bir iddiadır. Amino asitlerin, proteinleri
oluşturmak üzere uygun dizilimlerde tesadüfen birleşebilmelerinin
matematiksel imkansızlığını önceki sayfalarda olasılık hesapları ile
incelemiştik. Ancak protein oluşumu, kimyasal olarak da ilkel dünya
koşullarında mümkün değildir.
Suda Protein Sentezlenmesi Mümkün Değildir
Daha önce de belirttiğimiz gibi, amino asitler protein
oluşturmak üzere kimyasal olarak birleşirken, aralarında “peptid bağı”
denilen özel bir bağ kurarlar. Bu bağ kurulurken bir su molekülü açığa
çıkar.
Bu durum, ilkel hayatın denizlerde ortaya çıktığını öne
süren evrimci açıklamayı kesinlikle çürütmektedir. Çünkü, kimyada “Le
Chatêlier Prensibi” olarak bilinen kurala göre, açığa su çıkaran bir
reaksiyonun (kondansasyon reaksiyonu) su içeren bir ortamda sonuçlanması
mümkün değildir. Sulu bir ortamda bu çeşit bir reaksiyonun
gerçekleşebilmesi, kimyasal reaksiyonlar içinde “oluşma ihtimali en
düşük olanı” olarak nitelendirilir.
Dolayısıyla, evrimcilerin hayatın başladığı ve amino
asitlerin oluştuğu yerler olarak belirttikleri okyanuslar, amino
asitlerin, birleşerek proteinleri oluşturması için kesinlikle uygun
olmayan ortamlardır . ( Kimyacı Richard E. Dickinson bunun nedenini
şöyle açıklar: “Eğer protein ve nükleik asit polimerleri öncül
monomerlerden oluşacaksa polimer zincirine her bir monomer bağlanışında
bir molekül su atılması şarttır. Bu durumda suyun varlığının polimer
oluşturmanın aksine ortamdaki polimerleri parçalama yönünde etkili
olması gerçeği karşısında, sulu bir ortamda polimerleşmenin nasıl
yürüyebildiğini tahmin etmek güçtür.” (Richard Dickerson, “Chemical
Evolution”, Scientific American, Cilt 239:3, 1978, s. 74.)
Öte yandan, evrimcilerin bu gerçek karşısında iddia
değiştirip, ilkel hayatın karalarda oluştuğunu öne sürmeleri de
imkansızdır. Çünkü ilkel atmosferde oluştukları varsayılan amino
asitleri ultraviyole ışınlarından koruyacak yegane ortam denizler ve
okyanuslardır. Amino asitler karada ultraviyole yüzünden parçalanırlar.
Le Chatêlier prensibi ise denizlerdeki oluşum iddiasını çürütmektedir.
Bu da evrim açısından bir başka çıkmazdır.
Bir Başka Sonuçsuz Çaba: Fox Deneyi
Üstte açıkladığımız çıkmazla yüz yüze kalan evrimci
araştırmacılar, tüm teorilerini çürüten bu “su sorunu” üzerine olmadık
senaryolar üretmeye başladılar. Bu araştırmacıların en tanınmışı Sydney
Fox, sorunu çözmek için ilginç bir teori ortaya attı: Ona göre, ilk
amino asitler, ilkel okyanusta oluştuktan hemen sonra bir volkanın
yanındaki kayalıklara sürüklenmiş olmalıydılar. Sonra da amino asitleri
içeren karışımdaki su, kayalıklardaki yüksek ısı nedeniyle buharlaşmış
olmalıydı. Böylece “kuruyan” amino asitler, proteinleri oluşturmak üzere
birleşebilirlerdi.
Fakat bu “çetrefilli” çıkış yolu da pek kimse tarafından
benimsenmedi. Çünkü amino asitler, Fox’un öne sürdüğü türden bir ısıya
karşı dayanıklılık gösteremezlerdi: Yapılan araştırmalar amino asitlerin
yüksek ısıda hemen tahrip olduklarını ortaya koyuyordu.Ancak Fox
yılmadı. Laboratuvarda, “çok özel koşullarda”, saflaştırılmış amino
asitleri kuru ortamda ısıtarak birleştirdi. Amino asitler birleştirilmiş
ancak proteinler yine elde edilememişti. Elde ettikleri, birbirine
rastgele bağlanmış, basit ve düzensiz amino asit halkalarıydı ve
herhangi bir canlı proteinine benzemekten çok uzaktı. Dahası eğer Fox
amino asitleri aynı ısıda tutsaydı, ortaya çıkan işe yaramaz halkalar da
parçalanacaktı.Deneyi anlamsızlaştıran bir başka nokta ise, Fox’un,
daha önce Miller deneyinde elde edilmiş olan amino asitleri değil, canlı
organizmalarda kullanılan saf amino asitleri kullanmış olmasıydı. Oysa
Miller’ın devamı olma iddiasındaki deney, Miller’ın vardığı sonuçtan
yola çıkmalıydı. Ama ne Fox ne de başka hiçbir araştırmacı, Miller’ın
ürettiği işe yaramaz amino asitleri kullanmadı. ( Richard B. Bliss &
Gary E. Parker, Origin of Life, California: 1979, s. 25. )
Fox’un söz konusu deneyi evrimci çevrelerde bile pek
olumlu karşılanmadı. Zira Fox’un elde ettiği anlamsız amino asit
zincirlerinin (proteinoidlerin) doğal koşullarda oluşmayacağı çok
açıktı. Dahası, canlıların yapıtaşları olan proteinler hala elde
edilememişti. Proteinlerin kökeni problemi başlangıçta olduğu gibi hala
çözümlenememişti. 1970′li yılların popüler bilim dergisi Chemical
Engineering News’da yayınlanan bir makalede Fox’un gerçekleştirdiği
deney hakkında şöyle deniyordu:Sydney Fox ve diğer araştırmacılar, çok
özel ısıtma teknikleri kullanarak, dünyanın ilk devirlerinde hiç var
olmamış şartlarda amino asitleri “proteinoidler” adı verilen bir
şekilde, birbirine bağlamayı başarmışlardır. Bununla beraber bunlar,
canlılarda bulunan çok düzenli proteinlere hiç benzememektedir. Bunlar,
hiçbir işe yaramayan, düzensiz lekelerden başka bir şey değildirler. İlk
devrelerde bu moleküller eğer gerçekten meydana gelmişlerse bile,
bunların parçalanmamaları mümkün değildir. (S. W. Fox, K. Harada, G.
Kramptiz, G. Mueller, “Chemical Origin of Cells”, Chemical Engineering
News, 22 Haziran 1970, s. 80.)
Gerçekten de Fox’un elde ettiği “protenoidler”, gerçek
proteinlerden yapı ve işlev olarak tamamen uzaktı. Proteinlerle
aralarında, karmaşık bir teknolojik cihazla, işlenmemiş bir metal yığını
arasındaki kadar fark vardı. Dahası, bu düzensiz amino asit
yığınlarının bile ilkel atmosferde yaşama şansı yoktu. Dünyanın o günkü
şartlarında yeryüzüne ulaşan yoğun ultraviyole ışınları ve kontrolsüz
doğa koşullarının doğurduğu zararlı, tahrip edici fiziksel ve kimyasal
etkenler, bu proteinoidlerin dahi varlıklarını sürdürmelerine imkan
vermeden parçalanmalarına neden olacaktı. Amino asitlerin ultraviyole
ışınlarının ulaşamayacağı şekilde suyun altında bulunmaları ise, Le
Châtelier prensibi nedeniyle, söz konusu değildi. Bu veriler ışığında
bilim adamları arasında, proteinoidlerin hayatın başlangıcını oluşturan
moleküller oldukları fikri giderek etkisini kaybetti.
Cansız Madde Canlılık Oluşturamaz
Evrimcilerin Miller Deneyi, Fox Deneyi gibi çabalarında ispat etmeye çalıştıkları iddia, cansız maddenin kendi kendini düzenleyip, organize edip, kompleks bir canlı varlık meydana getirebileceği yönündeki inançtır. Bu kesinlikle bilime aykırı bir inançtır, çünkü bütün gözlem ve deneyler, maddenin böyle bir yeteneği olmadığını göstermektedir. Ünlü İngiliz astronom ve matematikçi Sir Fred Hoyle maddenin kendi kendine hayat oluşturamayacağını şöyle bir örnekle anlatır: Eğer gerçekten maddenin içinde, onu yaşama doğru iten bir iç-prensip olsaydı, bunun bir laboratuvarda kolaylıkla gösterilebilmesi gerekirdi. Örneğin bir araştırmacı, ilkel çorbayı temsil eden bir yüzme havuzunu deney için kullanabilirdi. Böyle bir havuzu istediğiniz her türlü cansız kimyasalla doldurun. Ona istediğiniz her türlü gazı pompalayın, ya da üzerine istediğiniz her türlü radyasyonu verin. Bu deneyi bir yıl boyunca sürdürün ve (hayat için gerekli olan) 2000 enzimden kaç tanesinin sentezlendiğini kontrol edin. Ben size cevabı şimdiden vereyim ve böylece bu deneyle zamanınızı harcamayın: Kesinlikle hiçbir şey bulamazsınız, belki oluşacak birkaç amino asit ve diğer basit kimyasal maddeler dışında.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder